Başbakan'a sitem!

Öyleyse batsın bu dünya!..

Haberin Devamı

İsyandaki madencilerin Başbakan'a da sitemi var: Cami hocası dese tamam, ama sen...

Zonguldak’ta grizunun yakmadığı tek Allah’ın kulu yok. Kimisini bizzat yakmış, kimisininin yakınını yakmış... Ama grizudan beteri de var, hayatın ta kendisi! Aileden bir kayıp bile verseler, yine inmek zorundalar yerin dibine... En az 11 yıl boyunca... Eğer uğramazsa ölüm yanlarına, ite kaka gidiyor hayat, en kabadayısından 1.000 TL maaşla. 23 yaşında, daha çilesinin başındaki Barış, “Ek işim bu. Aslında müzisyenim” diyor. “Böyle ek iş olur mu?” demeyin, oluyor. Gücü yetse üçüncü bir iş de arayacak kendine... Şimdilik 670 TL maaşla madene iniyor. Yazın düğünlerde çalıp söylüyor. Yine de yetmiyor! O kendi derdini unutmuş, “Ben bekarım. Evli barklı ağabeylerimin halini düşününce delirecek gibi oluyorum” diyor, dalıyor hesaba kitaba... Her zamanki gibi çıkamıyor işin içinden. Bana yapacak tek şey kalıyor, konuyu dağıtmak; “Ne çalar söylersiniz?” diyorum. Cevabı kısa oluyor yüzünde kalıcılaşan hüzünle; “Bİze arabesk yakIŞIr be abla!”
Öyleyse, batsın bu dünya!

Madene indikten sonra unutuverdim yukarıda konuştuklarımızı... Ocağa gitmeden önce DEKA Madencilik’in sahibi Musa Demir’le ofisinde sohbet ettik. Ardından o karanlık kapıdan girmeden uzun uzun dertleştik madencilerle, hem vardiyası bitip çıkanlarla, hem de birlikte aşağı ineceğim yol arkadaşlarımla. DEKA Madencilik’in sahibiyle başlayayım anlatmaya hikâyeyi. Zira onun hikâyesinde de bir acı var ki, artık yerin dibine inmeye tövbeli.

Ailesi ekmek peşinde göçmüş daha o doğmadan Zonguldak’a. Bir ev yapmışlar önce, bilmeden arazinin altındaki bereketi. İş için göçmüşler Trabzon’dan, ama öyle kolay mı TTK’da işe girmek! Yine de kömür koşmuş imdatlarına... Kazmışlar bahçeyi birkaç metre, çıkarmışlar bir-iki ton kömür, maksat ısınmakmış önce. Bakmışlar ki kömür gani, başlamışlar çıkarıp çıkarıp satmaya... Demir, “Elbiseye mi ihtiyacımız var, çıkarıyorduk 2-3 ton kömür, satıp donatıyorduk üstümüzü başımızı. Eve erzak mı lazım, yine bir-iki ton yetiyordu. Eşyalarımızı da bahçedeki kömür sayesinde tamamladık” diye anlatıyor o günleri...
İşte böyle böyle başlamış madencilik işi. Bakmışlar ki, yerin altı kömür kaynıyor, onlar da ailecek bu işte becerikli, işi büyütmeye karar verip, TTK’dan arazi kiralamışlar. Şimdi DEKA Madencilik’in sadece Zonguldak’taki taşkömürü üretimi 100 bin ton.



Türkiye’nin kömür ocağında ölen ilk kadın mühendisi...

Kömür hayatını değiştirmiş Demir Ailesi’nin... Para kazandırmasına iyi kazandırmış, hakkını yememek lazım. Ama adı üstünde karaelmas, öyle bedelsiz para dağıtmaz! Daha bir hafta önce almadı mı acımasızca bir bedel? Soruyorum; “Karadon’daki faciadan sonra tedbirleri artırdınız mı?” Önce bir duraklıyor Demir, bir soluk alıyor; “Biz zaten alabileceğimiz her türlü tedbiri alıyoruz. Bizzat bu işin acısını çekmiş biri olarak, tek bir insanın bile hayatını riske atmamaya yeminliyim” diyor. Yine bir soluklanıyor; “Ama” diye başlıyor duvardaki bir fotoğrafı göstererek, büyütülmüş bir vesikalık, gençten birine ait ve devam ediyor: “Biz beş erkek kardeştik, birimizi yuttu ocak. Kastamonu Azdavay’daki ocağımızda oldu kaza. ’Bir eksik var mıdır?’diye kontrole inmiş kardeşim madene, mühendis hanımla birlikte... Onlar inmiş, grizu patlaması olmuş. Kardeşim 37 yaşındaydı, onunla birlikte can veren mühendis ise Türkiye’nin kömür ocağında ölen ilk kadın maden mühendisi Huriye Güney’di. İkisini birlikte verdik toprağa.”

Dalıyor bir süre, ben hiç girmiyorum geçmişle arasına... Sonra “İşte bu yüzden adım atmam madene. Korkumdan değil, acımdan inmem. Sanmayın ki hep patrondum. Yıllarca kardeşlerimle birlikte sırtımızda küfelerle kömür çıkardık” diyor. Dahası sorulmaz artık değil mi! Sorulmaz da bana kim eşlik edecek? İşte dünkü yazıda da anlattığım Adnan Bey ile tanışmamın sebebi de bu acılı hikâyeden ötürü. “Size Adnan Bey eşlik edecek, kusuruma bakmayın” diyor Musa Bey. Tamam ama Adnan Bey’in hikâyesi de acı, üstelik hikâyenin kahramanı da bizzat o! O da grizu kurbanı, yanık izleri her yerinde... Daha çiçeği burnunda bir mühendisken Sivas Kangal’daki madende tanışmış grizuyla. Patlamadan sağlam çıkmış. Daha doğrusu çıkarmışlar sağ salim, ama o gerisin geri dönmüş ocağa, aşağıda göçük altındaki işçilere yardıma... Kurtarma çalışmalarında olmuş ellerindeki, yüzündeki bu yanıklar... “Bir cehennemin ortasındaydım” diyor şimdi, o günü anlatırken...


Karadon’da tek faili meçhul var; o da ateşin kaynağı!..

Kurban olan, kurbanlıktan anlar! Patron kardeş acısını biliyor, mühendis bizzat yanarak anlamış acıyı, bir de kalbi soldan atıyor, işçi dostu; işte bu yüzden DEKA’nın ocaklarında güvenlik had safhada! Adnan Bey ile ofisten ocağa doğru yola çıkıyoruz şirketin kamyonetiyle. Ben hâlâ grizu patlamasının ne menem bir şey olduğunu bilmiyorum, ortalığı cehenneme çevirmesi hariç. Soruyorum, o da mühendislik bilgisiyle, ama anlayabileceğim biçimde anlatıyor: “Kömür olan yerde metan olur. Kömür üretir metan gazını... Grizu patlaması olması için madende metan oranının sıfır olması lazım. Eğer yüzde 4 ila 9 arasında olursa felaket kapıda demektir. İkincisi tabii ki bir şeyin yanması için oksijen de lazım. Oksijen doğal olarak var, işçiler nasıl çalışır yoksa? Ama bu ikisi bir arada olsa da sanıldığı gibi bir kıvılcımla patlama olmaz... Bir alev olması gerekir, bir-iki saniyelik açık bir alev. İşte o yeter!”

Anlaşılmayacak gibi değil, hani tüpgaz açık kalır, bir kibrit çakarsınız patlar ya, öyle bir şey! Tabii çok daha felaketi... “Karadon’da da böyle mi oldu?” diye soruyorum. “Evet tam da böyle... Tek bilinmeyen var, o da ateşin kaynağı” diye giriyor söze Adnan Bey ve kısaca Karadon felaketini özetliyor: “Metan birikmiş olmalı... Kokusuz ve sessiz olduğu için fark edilmemiştir. Ama bilgisayar kayıtlarından bunlar öğrenilebilir. Ateşin nereden geldiği meselesi önemli. Şu anda felaketin faili meçhul sanığı işte bu ateş. Ateşi meydana getirebilecek olasılıklar üzerine konuşmak lazım. Ortamda elektrik var, çünkü vagonla nakliyat yapılıyor Karadon’da. Metan gazı oksijenle birleşti mi, patlamaz. Ama ne zamanki bir alev olur, işte o zaman grizu patlar. O patlama neticesinde ısı 1800 dereceye kadar çıkar. İşte cehennem dediğim budur. O patlamanın gücüyle galeriler çöker, bu da bir başka cehennemdir. Yanmasanız, ezilmeseniz de kurtulma şansınız düşüktür. Ortamda karbonmonoksit olduğu için yaşayamazsınız. Yine de en kolay ölüm budur!” Gerçekten de tarif cehennem gibi! Madene girdikten sonra bu açıklama hep kafamdaydı. O daracık koridorlar çökmese bile zaten mezar gibiyken, bir de çöktüğünü tahayyül etmek bile azap!


“Garibandır madenciler, tıpkı şehit olan askerlerimiz gibi!”

Grizunun ne olduğunu öğrenmiştim ki, vardık madenin ağzına... Vardiya çıkışına denk gelmiştik. Ocaktan çıkanlar günün yorgunluğuyla girişteki tahta bankalara çökmüş, biraz nefesleniyorlardı, evlerinin yolunu tutmadan önce... Yüzlerindeki yorgunluğu tarif etmek mümkün değil. Sadece dikkatimi çeken, kömür karası yüzlerini göğe çevirmiş olmalarıydı. Akşam üzerinin ışığını içlerine çekiyorlardı sanki. Cehennemden cennete geçiş yapmışlar gibi bakıyorlardı yemyeşil ormana doğru...

Adnan Bey de benim gibi yüzlerine dalmış madencilerin, “Görüyorsunuz, garibandır madenciler. Şehit olan askerlerimiz gibi tıpkı” diyor. O anki huzurlarını bozacağım belki, ama dertlerini dinlemek de benim işim. Yaklaşıyoruz yanlarına, göğün mavisine, ormanın yeşiline dalmış madencilerin... Keyifleri kaçacak diye korkarken, tam tersi öyle içten gülümseyerek karşılıyorlar ki bizi! Biri dikkatimi çekiyor, yüzünde tek zerre kömür izi yok; “Siz ne kadar bakımlısınız öyle! Yüzünüzde kömürden eser yok, üstelik tek kırışık da... Hiç de 8 saat madende çalışmış gibi bir haliniz yok” diyorum gülerek. O da gülüyor, “Madende çalışıyorum diye kendime bakmayacak mıyım?” diye cevaplıyor, dalgaya vurarak... Sohbetimiz böyle başlıyor. 40 yaşındaymış Bayram Toktürk. 10 senedir DEKA’nın bu madeninde çalışıyor. Emekliliğine bir yıl var. “Ne güzel bir yıl kalmış” dememe kalmıyor, “Onu ancak Allah bilir. Çünkü bu işte ne olacağı bilinmez” diyor. Benimki de soru hani, daha bir hafta bile olmamış göçükten 28 ceset çıkalı Karadon’da, ben bir yıl sonra emeklilik müjdesi vermeye kalkıyorum! Zonguldak’ta hesap kitap yapılabilir mi, hele ki yerin yüzlerce metre altında!
Emeklilik meselesini de anlatayım. Bu zor işe özel bir durum, tek cazibesi de bu zaten! Madende 4 bin işgünü emekliliğe yetiyor. Bu 4 bin gün ise, yaklaşık 11-12 yıl demek. İsteyen 20 yıllık sigortalılığı tamamlamak için çalışmaya devam ediyor, ama pek isteyen de yok! Çoğu başka bir işe geçip sigortasını devam ettirmeyi tercih ediyor, tabii ki bulabilirse...

Sohbet devam ediyor. Bu arada tabii ki konu dönüp dolaşıp Karadon’a geliyor. “O gün çalıştınız mı?” diye soruyorum. “10 yıldır hiç kaza olmadı bizim madende, ufak tefek iş kazaları hariç. Ama o günden beri ne madene adım atmak, ne de bir kazma vurmak geliyor içimden. Göçüğün altında kalan arkadaşlardan başka bir şey gelmiyor aklıma. Ama ne yapacaksınız? Mecburiyet. Kaza gününde bile indik madene” diyor Bayram Toktürk.

Sohbetimiz böyle dertlendiğinde söze 45 yaşındaki Dursun Göçen giriyor. 12 yıldır DEKA’da çalışıyormuş, onun da bir yıl varmış emekliliğine. “Ölümse ölüm, sakat kalmaksa sakat kalmak... Vallahi her şeyi göze alıp o şekilde giriyoruz içeri. Okuyamayınca başka ne olacak? Zonguldak’ta başka sanayi yok, fabrika yok, varsa yoksa kömür” diyor. Bayram Toktürk bakıyor ki, iyice karalara büründü konuşmalar, “Bakmayın siz, biz de gülmeyi, eğlenmeyi biliriz. Kolay değil, 30 arkadaşımızı kaybettik, ondan bu hüzün. Yoksa normalde madenden çıktık mı, şakamız eksik olmaz eve varana kadar” diye lafı tatlıya bağlıyor.
Üç yıldır maden işçiliği yapan Muhammed Kardaş ile başlıyoruz konuşmaya... O emeklilik için gereken 9 yılı nasıl geçireceğini düşünüyor kara kara. Sığınmış iki kısa duaya, dokuz yıl tekrarlayacak her girişinde madene; bir “Bismillah” diyecek, bir “Allahım sen kaza bela verme!” Sonra silecek alnındaki teri, vuracak kazmayı, alacak yövmiyesini... Bu böyle gidecek. Peki ama ne kadar? Bu soru Allah’a emanet!

DEKA’nın madeninde çalışan işçiler, meslektaşlarına göre biraz daha şanslı. Dedik ya, en önemlisi güvenlik had safhada. Maaşa gelince, en azından kimse asgari ücretten çalışmıyor. Ortalama maaş, 900 TL civarında. Bayram Toktürk, “Ben ustayım, maaşım 915 lira... Yedeğimin maaşı ise 765 lira... Aldığımız maaştan çay parası bile kalmıyor bize. Evin mutfak masrafı, çocukların okul masrafı, varın ötesini siz hesap edin” diyor. Hesap etmesine ediyorum, çünkü rakamlar çok küçük. Bir tüp fiyatı geliyor aklıma, hesabı kitabı bırakmak için yeter de artar bile! Tam 53 lira! Bunun elektriği var, suyu var, telefonu var... Bir pideciye gitseler şöyle ailecek, yok mümkün değil hesap tutmaz. Böylesine kıt kanaat bir geçim anlayacağınız. Ve şanslı dedik bu madende çalışanlara... Daha binlercesi sigortasız, asgari ücrete çalışırken, işte buna şans deniyor buralarda!

23 yaşında 60 yaşındaki biri gibi yorgun konuşuyor..
.
“Müzisyenim” diyor 23 yaşındaki Barış Vurmaz, ben şaşkınlıkla bakarken kömür karası yüzüne! Bu kez “Ek iş olarak madencilik yapıyorum” diye devam ediyor. Ben iyice afallıyorum. Bu, ek iş olacak iş mi! Oluyor işte, para pul olmayınca... Babası da 1998’de emekli olana kadar o da ek iş olarak inmiş yerin dibine... Zira meslekleri sezonluk, yaz boyu düğünlerde çalan küçük orkestra, kalan üç mevsim karın doyurmazsa, oluyor madencilik ek iş. Peki şimdi karın doyuyor mu? Yok! Gün 34 saat olsa, üçüncü işi de yapacaklar. 23 yaşındaki Barış, başkasının derdini dert edinmiş, 60 yaşında biri gibi yorgun konuşuyor: “Ben 670 lira alıyorum. Bekarım, yine de yettiremiyorum. Düşünüyorum düşünüyorum, çözemiyorum. Evli-barklı ağabeylerim var aynı paraya çalışan, onlar nasıl yapıyor? Hele bir ağabeyimiz var, çocuğu hasta, her ay Ankara’ya hastaneye götürüyor onu. Sadece gidiş-geliş yol parası 200 lira. Geriye kaldı 470 lira... Ne yerler? Ne içerler?” Susuyor! Ben de susuyorum. Gencecik çocukcağız ezildi gitti! Umuttan eser yok yüzünde. Ben ne yapabilirim havayı dağıtmak dışında... “Orkestranızın adı ne?” diye soruyorum. Yüzü hafiften aydınlandı mı ne? “Vurmaz Orkestra... Ben hem solistim hem de çalgıcıyım” diyor... Peki repertuvarda ne var? “Bize arabesk gider be abla! Müslüm Gürses, Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay” diyor. Bu muhabbete gidecek de tek şarkı var öyleyse; “Batsın bu dünya!”



Cami hocası kader dese tamam ama sen başbakansın!

* Başbakan “Madencinin kaderinde var ölüm” diyor... Sizce?

Cami imamı dese bunu normal ama sen ülkenin başbakanısın... Tamam bu toplum çoğu şeyi kaderle yorumlar ama Başbakan önderdir, yol gösterendir, ışık tutandır. Bu kriterler içersinde hareket etmesi lazımdır. Aslında, TTK’nın da sorumluğu tamemen devletin elinde. Başbakan bir yerde burada patrondur. Bir patronun bu faciayı ’Kader’ diye yorumlaması kabul edilemez.


* Peki sizce kaza neden oldu?

Mevcut ocak Türkiye’nin en modern ocaklarından biri. Gaz ölçümleri, hava ölçümleri hepsi bilgisiyarla izleniyor. Böyle bir işletmede mutlak surette ihmalden dolayı bir kaza sözkonusudur. Madencilik bilgi, deneyim, tecrübe ve disiplin isteyen bir iştir. Bunlar da zamanla, birikimle olur. Ama görüyoruz ki bu özellikler devlet işletmelerinde tamamen bir kenara bırakılıyor ve hükümetin siyasi yapılanmasına göre birikimsiz insanlar yönetim kadrosuna getiriliyor. Bence bu faciayı, deneyimli insanların pasivize edilmesi, onların başına işi bilmeyenlerin getirilmesi yaratmıştır.



-BİTTİ-

DİĞER YENİ YAZILAR