Artık yüreğimizde acı çekecek yer kalmadı

Haberin Devamı

Kürt anaların acı çığlığı...
İstedikleri sadece iki şey var... İlki, bir gün evlerinden alınıp götürülen, adı ’kayıp’ diye geçen yakınlarının ’kemikleri’... Biliyorlar ki, onlar kayıp değil, çoktan öldü. Sadece bir mezar istiyorlar. O zaman o kemiği mezara gömecekler, acılarını da... Başkaları aynı acıyı tatmasın diye, her şeyi gömüp, barış içinde bir arada yaşamaksa ikinci istekleri. “Asker de bizim evladımız, dağdaki de... Ne askere gidenin ölüsü gelsin artık, ne dağa gidenin” diyorlar, başka bir şey demiyorlar... Onlar birlikte barış içinde yaşamaya hazır? Ya ekranlarda soğukkanlı bir şekilde esip üfürenler?..

Öyle bir zaman ki, Cumhuriyet kurulduğundan bu yana, en önemli siyasi kararın arifesindeyiz. Herkes konuşuyor, çoğunlukla karşısındakini dinlemeden... Yine bir kutuplaşma var, ama ilk kez çözüm için bu kadar kararlı bir siyasi çıkış da gündemde...

Biz, konuşmak yerine dinlemeyi tercih ettik. Kürt meselesinin en keskin yaşandığı kentte, Diyarbakır’da... Kahveye de girdik, iftar çadırına da... Hayatın içine dalıp, Kürtler’in kendi ağzından ’Kürt açılımı’nın nasıl bir ruh hali getirdiğini öğrenmek için... Ne olup da bugünlere gelindiğini ve neden artık çözümün şart olduğunu anlamak için... “Nasıl bir açılım hem Kürtleri hem de Türkleri mutlu eder?” diye sormak için... Rastlantı bu ya ilk durağımız, acıyı kalbinde yaşayanların yanı oldu, en sevdikleri çoktan kayıplara karışmışların... ’Kayıp’ diyoruz ya bakmayın, çoktan ölenlerin yakınlarından, belki bir gün kardeşlerinin, oğullarının, kocalarının bir kemiği bulunur umuduyla bekleyenlerden dinledik meseleyi... Diyarbakır’da Koşuyolu Parkı’nda Yaşam Hakkı Anıtı’nın önünde toplanan acılı bir kalabalığın arasına karıştık.

Anıtın neden yapıldığı bile, meselenin iç burkutan yanını tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor aslında. Çoğumuzun unuttuğu ya da unutmayı tercih ettiği bir katliam adına dikilmiş bir anıt bu. 12 Eylül 2006’da bir termosun içine konmuş bombanın patlamasıyla hayata veda eden 7’si çocuk, 10 kişinin yası için... Şimdi her cumartesi yüzlerinde derin acı, analar, babalar, eşler, kardeşler, yetimler dikiliyor orada, ellerinde çerçeveli bir fotoğrafla... ‘Kayıp yakınları’ diyorlar kendilerine, sanki bir gün geri dönecekmiş gibi o fotoğraftakiler. Oysa kendileri de biliyorlar ki, varsa bir umut onlara kalan, bulunacak birkaç parça kemik, kazılmış bir çukurda...

‘KARDEŞİM DAĞA GİTTİ DİYE 73 YAŞINDAKİ BABAMI BİR SABAH ALIP GİTTİLER...’

“Zaten öldürmüşler... Biz mezarını istiyoruz, biz kemiklerimizi istiyoruz. Biz ne yaptık ki, devlet bizden bunu esirgiyor” diyor ağlarken Seniha Özgen ve ekliyor derin bir soluk çekerek, “Bizim canımız gitmiş, kanımız gitmiş, yine de barış istiyoruz.”

Seniha’nın 73 yaşındaki babasını gelip almışlar bir sabah... Anlayamıyorum, “O yaşta bir insanı niye alırlar ki?” diye soruyorum. “Çünkü onun oğlu dışarıya gitmişti!” diyor. ’Onun oğlu’ dediği kardeşi Seniha’nın, “Kardeşim demeye çekiniyor mu?” diye düşünüyorum önce... Yok çekinmek değil de, sanki o acı olayın dışına atmak ister gibi kendini... ’Dışarısı’ dediğini anlıyorum zaten, “Dağ mı?” diye soruyorum. Kısaca cevaplıyor; “He...”

Niye dağa çıkmış peki? Seniha yarı Türkçe, yarı Kürtçe başlıyor anlatmaya: “Burada üniversite okulunda okuyordu. Her gün baskı, her gün kavga, her gün karakol... Dayanamadı, çekti gitti dağa.” Duruyor biraz, sonra soruyor; “Benim babamın suçu nedir? Tek suçu, oğlu gitmiştir. Suçu odur. 73 yaşındaki adam ne yapabilir? Zaten oğlunun acısı ona yetmiştir, oğlu dağa gitmiştir... Üstelik hastaydı, astımı vardı, ağzında ilacı vardı, kolunda iğne vardı... Babamı gözümün önünde götürdüler. Bir araba geldi, içinden iki sivil çıktı, apar topar aldılar ve götürdüler.”

13 yıl olmuş babası kayıplara karışalı... O sivil arabanın plakası ellerinde, o dakika aramışlar Emniyet’i. Durumu anlatmışlar, ’Babamız hasta, yaşlı, dayanamaz’ demişler... Onlar da “Merak etmeyin, biz buradayız, hiçbir şey olmaz” demiş. Gerçekten de hiçbir şey olmamış! Seniha tekrarlıyor; “Biz buradayız, biz buradayız diye diye kaybettiler babamı...”

Bunları söylerken gözlerinde öyle bir acı var ki, sanki bir gün önce kaybetmiş babasını, yine soruyor; “Emniyet, hükümettir... İsterse yolları kapatır, istediğini delikte bulur. Babam nereye gitti bu şehrin içinde?..”

Gittiğinde 73 yaşında hasta bir adam, 13 yıl sonra yaşarmış gibi; “Hiç umudun var mı, bulunur mu diye?” soruyorum. Cevabı belliyken zaten... “Yok, umudumu kesmişem. Biliyorum ölmüştür, ama kemiğimiz nerede, kemiğimizi alalım. Biz de insan gibi mezarımıza gidelim. Orada bir Fatiha, bir Yasin okuyalım...”

Tam cümlesi biterken, çevredeki tüm kadınlar, “Bu devletten sadece kemiğimizi istiyoruz. Yakınlarımızın kemiğini bile teslim etmeyen bir devlete hakkımızı helal etmiyoruz!” diyorlar. Ağlıyorlar, iki gözü iki çeşme... Ağlamamak mümkün mü?

Bu acı, farklı bir acı ve biz sadece 20-30 kişinin acısına ortağız. Ama bu toprakların altı kemik kaynıyor, belki rakam biraz abartılı olabilir ama sadece Silvan’da faili meçhul ve kayıp sayısının 1000 olduğu söyleniyor. Deyin ki, 1000 değil de 100, insanlık adına ne fark eder ki?

Peki ya ’dışarıdaki’ kardeş? Ona ne olmuş? “20-21 yaşındaydı o zamanlar” diyor Seniha. Sorum belli, anlıyor; “O da gitti. Operasyonda öldürüldü” diyor sessizce. Öylesine kabullenmiş söylüyor ki bu sözü, yüreğime bir yumruk oturuyor. O acısı katmerlenmiş sürdürüyor; “10 yıl oldu öleli, 9 yıl da dağda kaldı. 19-20 yıldır hep acıyla yaşıyoruz.” Biraz daha sıkı sarılıyor elindeki fotoğrafa... Gözüm fotoğrafta, babasının ismini okuyorum içimden, kafama kazımak istercesine... Ne mezar taşında yazıyor şimdilik, ne nüfus müdürlüğünde! Fikri Özgen, öleli çok oldu, şimdi bir kemik bulup ismini kayda geçirmek için bekliyor bu ülke!

Bir başka acı yüklü kadın daha giriyor söze... Adı İffet Muhtaç... Tek kelime Türkçesi yok, efendiden bir genç gönüllü çevirmen oluyor acıya... İffet Muhtaç’ın ellerinde iki fotoğraf, birinde ’Şehit Mehmet Tekdağ-1993’, diğerinde ’Şehit Ali Tekdağ-1994’ yazıyor. İkisi de kardeşleri... Dağkapı’da Şekerbank’ın önünden, hem de karısının kolundan almışlar Ali Tekdağ’ı... Yüzünü kapatıp, atıvermişler bir arabanın içine. “Ne sebeple?..” diye soruyorum, cevabı kısa oluyor; “Kürt olduğu için!” Olur mu öyle şey der gibi bakıyorum yüzüne, o zaman açıyor; “Kim hakkını isterse, onun başına bir şey geliyor. Eğer susuyorsa bir şey gelmiyor. Benim kardeşim susmadı, ’Ben Kürt’üm’ dedi. Buralarda ’Kürt’üm’ demeyeceksin. Kürt halkının haklarını savunmayacaksın. İşte o savundu!”

Yedi çocuğu varmış Ali Tekdağ’ın, dördü oğlan, üçü kız. “Ne yapıyorlar şimdi?” diye soruyorum; “İsviçre Devleti’nde yaşıyorlar” diyor. Belli ki iltica talep etmişler.

Dalıyor gidiyor İffet Muhtaç; bana anlatmıyor da mırıldanıyor sanki, “Benden bir sene üç ay büyüktü. Yaşasaydı, başımızda olsaydı, bu kadar acı çekmeseydik... Anamız kahrından ölmeseydi... Bu acıyı sana nasıl anlatayım? Babanı, kardeşini, kocanı gözünün önünde alıp gitseler, bir daha göremesen... İşkence yapsalar, öldürseler... Ne hissedersin? Gece uykularından nasıl uyanırsın? Kimin başına gelse, deli olur. Ben deli oldum... Kemik bile yok. Hayal, hayal... Ağlamaktan gözlerim gitti, sersem gibiyim... Zaten almış öldürmüşler, bari kemiklerimizi versinler... Biz kemiklerimizi istiyoruz, biz mezarımızı istiyoruz. Ne suç işledik ki devlet bize bunu yaptı?”

‘ASKERİN SUÇU NE, POLİSİN SUÇU NE? HEPSİ EVLADIMIZ. BU BÜYÜKLERİN SUÇUDUR!’

Düşünmesi bile acı veriyor, düşünmekten kaçıyor, ona acısını katlayacak bir soru daha soruyorum, mecburiyetten; “Ya kardeşin Mehmet?..” Faili meçhul kurbanıymış. Başına tek kurşun sıkmışlar herkesin gözü önünde... “25 yaşındaydı. Onun mezarı belli, ama faili hâlâ belli değil. 16 yıl oldu, bulanamadı” diyor.

Uzunca bir sessizlik oluyor. Son sözü Seniha söylüyor, insanca bir açılımla: “Askerdir oğlumuzdur, dağdakidir oğlumuzdur... Bu savaş niyedir, ben onu anlamadım. Canımız gitmiştir, kanımız gitmiştir, ama artık barış istiyoruz. Senden soruyorum, ’Bu kadar çocuk dağa neden gidiyor?’ Okulda baskı, sokakta baskı... Çocuklar dayanamıyor. Bir kardeşim dağa gitti, orada öldü. Bir kardeşim İstanbul’a gitti, onu da orada vurdular. Beş ay hastanede kaldı, kurtulamadı. Babam kayıp. Sana ne anlatayım? Sorunlar anlata anlata bitmez ki, hepsi yüreğimin içindedir. Biz askerlere de acıyoruz. Askerin suçu ne, polisin suçu ne? Hepsi evladımız. Bu suç büyüklerin suçudur. Artık bir şey yapsınlar, el ele versinler, bir çözüm bulsunlar. Artık yüreğimizde acı çekecek köşe kalmamıştır.”

Seniha ne derse tüm kadınlar onaylıyor, acıyı gömmeye hazırlar, yeter ki başka biri daha kaybolmasın, yeter ki hiçbir gencin kanı toprağa karışmasın...

Derken aramıza yaşlı bir teyze katılıyor, elinde fotoğrafıyla... Bir oğlu öldürülmüş, tam da HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’ın kaçırılıp, öldürüldüğü günlerde... 75 yaşındaki Halise Kaya’nın diğer oğlu ise tam 17 yıldır cezaevinde, 19 yıl daha yatacak. “Ne yaptı da 36 yıl hapis verdiler?” diye soruyorum, acı acı anlatıyor. Diyarbakır’ın Kulp ilçesine bağlı eski adıyla Araşkan, şimdiki adıyla Üçkuyu Köyü’nde yaşarlarmış. 1992’de karlı bir kış günü köyü asker basmış. Benzin şişesini gelininin eline vermişler, kendi evlerini yaksın diye... Ev yanmış, hayvanları bile kurtaramamışlar. “Gelin üç günlük loğusaydı. Mecbur karın altında yattık. Bebek donup öldü ellerimizde” diyor. Köyün yakılma sebebi, PKK’ya yardım ve yataklık yapmak iddiası. Halise Nine’den dinleyelim yardım ve yataklık yapmak ne demekmiş; “Köyde yaşamak demek, zaten gerillaya yardım etmek demek.” O bu kadarla kesiyor. Sözü bir başka acılı kadın Miyase Söğüt alıyor:

“Ben 30’umdaydım, kocam 40’ında... Tam 15 yıl oldu. Lice’nin Dibek Köyü’ndeki evimizi yaktılar, hayvanlarımızı yaktılar. Çadırda da bırakmadılar bizi... Dışarda kaldık. İki aylık kızım Berfin baharın soğuğunda zatürre oldu öldü... Sebep, siz teröre yardım ediyorsunuz. Etmemek mümkün müydü? Askerler geliyordu, onlara da çay veriyordum, yemek veriyordum. Hatta yüzlerine söylerdim, ‘Siz de kapıyı çalıp istediğinizde çay veriyem, onlar çaldığında da’ derdim... Varsa verirdik... Sonra 8 çocukla Lice’ye göçtük... Eşim bir gün boşalttığımız köyümüze gitti. Tarlada çalışmaya... O gün bir operasyon yaptı asker. Cesetleri Lice’ye getirdiler. Ama ben onun ölüsünü bulamadım. Hepsi parçalanmıştı, belki de tanıyamadım... Sekiz çocukla kala kaldım. Bir gün yüzbaşı dedi ki, ’Onları bize şikayet et. Bize yardımcı ol. Biz sana bakarız.’ Dedim, ’Şikayet edeyim de katil mi olayım? Belki onlar ölür, belki de asker! Ben yapamam. Bir Müslüman olsa kapımı çalsa benden bir lokma ekmek istese kim olursa olsun veririm.’ Dedi ki, ‘Sekiz çocuğa nasıl bakacaksın?’ Dedim, ‘Allah büyüktür.’ Açlık çektim, acılık çektim, onları büyüttüm. Ama Allah büyüktür. İnşallah bu kan duracak!”

‘BİR TORUNUM ASKERDE, ÇATIŞMA ÇIKSA, ÖLDÜRÜLSE KİMDEN NE SORACAĞIM!’

Sözü tekrar Halise Nine alıyor ve barış arayışına giriyor: “Biz ister miyiz, çocuğumuzu askere gönderelim, ölüsü dönsün! Çocuğumuzu dağa gönderelim, ölüsü dönsün! Bir torunum askerde, çatışmaya girse, öldürülse, kimden ne soracağım? Ben istiyorum ki, hepimiz kardeşçe bu topraklarda yaşayalım.”

Barış burada herkesin talebi, ama bir de ciddi mesele var. Ankara’daki muhatap belli; hükümet... Peki ya Kürtler’i kim temsil edecek? Ben en zor soruyu sormadan cevabı Halise Nine’den geliyor; “Çeşmenin başında Öcalan vardır. Erdoğan onunla konuşmalı. Biz onun dediğine bakarız. Onunla konuşulursa bu sorun çözülülür...”

Biz böyle sohbet ederken bir kadın dikkatimi çekiyor. 44 yaşındaki Selma Tanrıkulu da acılı kadınlardan, ama giyim-kuşamıyla farklı... Elinde fotoğraf olmaması da dikkatimi çekiyor. “Ya sizin hikâyeniz nedir?” diye soruyorum. Anlatmak istemiyor, “Bizimki zaten biliniyor” diye geçiştiriyor. Meğer eşi Silvan Devlet Hastanesi Başhekimi Dr. Zeki Tanrıkulu’ymuş. 2 Eylül 1993’te öldürülmüş. Faili hiçbir zaman bulunamamış. Sebebini soruyorum, kısa ve net cevaplıyor; “Kürtlüğünü inkar etmediği için... İnsanlığından uzaklaşmadığı için!” Tam artık konuşmayacak derken; “Bu bir katliamdır. Sadece eşim değil ki... Başka doktorlar da, hemşireler de katledildi. Davayı AİHM’e kadar götürdüm, sonuç alamadım. AİHM’i de dava edecek bir mahkeme aradım, ama yok!”

Ben ’katledildi’ lafına takılıyorum... Peki ya PKK’nın öldürdüğü öğretmenler?.. Barışı ararken, iki tarafından da hatalarını ortaya koymak adına soruyorum, “PKK da onlarca öğretmeni öldürmedi mi?” Cevabı Selma Tanrıkulu’ndan beklerken, yanımızda bizi dinleyen 9-10 yaşlarında bir çocuk, “PKK insan öldürmez abla!.. Asker öldürür!” diyor benim soruma çok şaşırmış bir ifadeyle... Ben daha da şaşkınım, “Askerler insan değil mi?” diye soruyorum, saçlarını okşayarak... Başını önüne eğiyor, mahçup, kızarmış, “İnsandır abla!”

Son cevap bu oldukça, açılımdan umut kesilmez... Hele ki kalbi dağlanmış kadınlar her şeye rağmen barışın peşinde koşuyorsa... Son söz hepimizin olursa, çözüm de olur: “Askerdeki de, dağdaki de bizim evladımızdır!”

‘Devlet kayıp ailelerinden özür dilesin!’

“KayIp aileleri bir tek kemik istiyorlar” dedik ya, eksik bıraktık aslında... O kemik parçasıyla birlikte bir de özür bekliyorlar. Biz anıt çevresinde kayıp yakınlarıyla sohbet ettikten sonra, 29 haftadır olduğu gibi yine saat 11.00’de tam anıtın önünde 10 dakika sessizce oturdular. Ardından İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şube Başkanı Avukat Muharrem Erbey kısa bir açıklama yaptı, daha doğrusu bir talepte bulundu Ankara’dan; “Devlet kayıp ailelerinden özür dilesin!” Tabii ki faili bulunamayan cinayetlerin mağdurları için de geçerli bu özür talebi... Nasıl bir özür olur bilemiyoruz, ama kaleme alması gerçekten zor olur! Nasıl olursa olsun, çözüme katkısı olacağı kesin.

YARIN: * ’Erdoğan’ın konuşması tüm Kürtleri ağlattı’ diyen Diyarbakır Sanayi Odası eski Başkanı Mehmet Kaya’nın önerisi ne?



DİĞER YENİ YAZILAR