‘Biz yıllardır mahalle baskısı yaşıyoruz!..’

“Tamam, yıllardır mahalle baskısı yaşıyoruz. Ama gerçek Müslüman baskı gördü diye baskı yapmaz...”

Haberin Devamı

Hilal, başını örtüyor... Yetmiyor, başörtüsünü de bir şapkayla örtüyor ki, üniverisitede huzursuzluk çıkmasın. Kocası Suheyb, karısının başörtüsü nedeniyle tacize maruz kaldıklarını söylüyor. İkisi de master yapmış, dil bilen, aynı zamanda dindar gençler... Kutuplaşmadan rahatsızlar ve bir uyarı yapıyorlar diğer dindarlara: “Tamam, yıllardır mahalle baskısı yaşıyoruz. Ama gerçek Müslüman baskı gördü diye baskı yapmaz...”

Herkesin kafası karışık, konu laiklik, hele ki başörtüsü oldu mu... Daha başörtüsü mü, türban mı, aradaki fark nedir, o bile çözülmüş değil. İşin özünü bir yana bırakıp, çenenin altını tartışır olduk. Taraf olmak bir nebze kolay, ama her iki tarafı da hakça değerlendirmek pek öyle kolay bir iş değil. Meclis’ten yasa değişiklikleri geçmişken hele... Konu üniversitede türban meselesinin çözülmesi, ama daha şimdiden tartışmalar eskisine göre çok daha sert geçmeye başladı. Türban serbest olduktan sonra çıkabilecek kavgalar ise herkesin korkusu... Şu sıra dindarlar özgürlük sarhoşu biraz, katı laiklerde ise ciddi bir yenilgi ve panik duygusu hakim. Ama önemli olan sıradan vatandaşın, özellikle de kadınların ruh hali... Başı açık olanlar tedirgin, mahalle baskısı gelecek diye... Kapalı olanlar, ya bu özgürlük yarın öbür gün yeniden elden giderse korkusunu yaşıyor. Daha da kötüsü, hava öyle puslu ki, her an bir provokasyon yaşanabilir ve her şey altüst olabilir. Yılların yasağının acısını çıkarmaya kalkanlar olur mu? Belki de en önemli korku bu!

ONLAR DA KENDİLERİNİ PEK RAHAT HİSSETMİYOR, BEN DE!

Biz, başörtüsü yasağıyla yaşayan bir çifte sorduk bu soruları... Karı-koca üniversitede master yapan, bir yıldır evli dindar bir çifte... Hilal Kaplan Öğüt, Bilgi Üniversitesi’nde felsefe okumuş, şimdi Boğaziçi Üniversitesi’nde sosyoloji master’ı yapıyor. Okula şapkayla giriyor, şapkanın altında kamufle ettiği baş örtüsüyle... Sebebi, aman bir mesele çıkmasın, ne yönetimin canı sıkılsın, ne de kendisinin diye... Bu nedenle kantine bile inmiyor. Eşi, Suheyb Öğüt bu kadar dertli değil, ama Hilal’in durumu bile onun için yeterli bir sıkıntı. Suheyb, Bilgi Üniversitesi’nde siyaset okumuş, Sabancı Üniversitesi’nde felsefe master’ı yapmış, şimdi doktoraya hazırlanıyor. O da zamanında dindar olması sebebiyle baskı gördüğü iddiasında... Sözgelimi İstanbul Üniversitesi’nin kapısından sakallı olduğu için girememiş. Yani eşi hâlâ baskı altında, kendisi ise bu baskıyı yaşamış. Peki şimdi rahatlar mı?

Onlar, kendilerini pek rahat hissetmiyor. İyi de ben de öyle... Fatih’te büyüdüm ve birkaç yıl öncesine kadar başım açık olduğu için tek bir kötü davranışla karşılaşmadım bu semtte. Ama artık fırına, bakkala, markete girdiğimde, eğer ki çalışanlar türbanlıysa bir garip tavırla karşılanıyorum. Doğrudan bir müdahale yok belki, ama selam, sabah olmayışından, para üstünü ’al da çek git’ gibisinden verişlerinden hissediyorum mahalle baskısını. Bunları anlatıyorum Suheyb’e, o da kendi mahalle baskısı meselelerini sıralıyor... “Bağdat Caddesi’ne çıkıyoruz, küfür yiyoruz. Taksim’e çıkıyoruz, küfür yiyoruz. Üsküdar’a gidiyoruz, Hilal’i itiyorlar. Siz bunları yeni yaşıyorsunuz, biz yıllardır” diyor. Yani onlara yönelik de bir mahalle baskısı var. Peki bu yılların baskısının acısı çıkar mı? Suheyb, “Asla” diyor, sonra “Biz bu silleyi yiyen insanlar, aynısını karşı tarafa asla yapmayız... Gerçek Müslüman bunu yapmaz“ diyor. Ama ben oradaki ‘Biz’ sözünü algılıyorum önce... Artık, ’biz’ ve ’siz’ olan bir toplum çıkıyor ortaya sanki... Üstelik hem ’biz’de hem ’siz’de gerçek olmayan Müslümanlar da, gerçek olmayan demokratlar da çok fazla!

‘Bir kesim var ki, türbanlı doktor erkek hasta tedavi etsin diye çıldırıyor!’

Diyelim ki, türban üniversitede serbest oldu. Ötesi ne olmalı?

Hilal: Kamuda, hizmet alanlarında da serbest olmalı.

Biliyorsunuz İngiltere’de tesettürlü kadın doktorlardan bazıları erkek hastalara bakmayı reddetti. Siz doktor olsanız ne yaparsınız?

Hilal: Dinen böyle bir şey yok zaten. Ben doktorsam, hasta kadın da olsa, erkek de olsa muayane edebilirim.

Başörtüsü meselesi buraya kadar varmaz mı Türkiye’de?

Hilal: Bakın en son İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Mesut Parlak, ‘Başörtülü dersime giren öğrencinin notunu kırarım’ dedi...

Tam olarak şöyle demişti; ’Türban kararı üniversitelerde barış ortamını zedeler. Bu gerginlik bizi bile etkileyecek. Belki hiç hakkımız olmadığı halde, türbanlı bir öğrenciye, cumhuriyet ilkelerinin kıyafetlerine aykırı diye hak ettiği notu vermeyeceğiz...’

Hilal: Evet. Ama sonuçta bariz bir ayrımcılıktan bahsediyor. Burada öğrencinin suçu ne? Kendisi şunu deklare etti; ‘Ben tarafsız olmayacağım. Eğer başı örtülü ise öğrencinin notunu kıracağım.’ Hani bizi hep, ‘Başı örtülüyse tek taraflı bakar mutlaka’ diye vurmaya çalışıyorlar ya... Sanki bizim insanları ayırma yönünde öyle bir kötü niyetimiz var. Halbuki kendimiz hep ayrımcılığa maruz kaldığımız için insanlara ayrımcılık yapmama yönünde davranıyoruz. Türkiye’de yalan yanlış bu korkular hep üretilmeye çalışılıyor ve CHP’liler olsun, seçkinler olsun, biz ‘dış kurucu unsur’ olduğumuz için, bizim içeri girmemizi istemiyorlar. Çünkü biz içeri girdiğimiz anda onlar çökecek. Mesele bundan ibaret.

‘Dış kurucu unsur’dan kastınız ne?

Hilal: Bir söylemin kendisini sadece başka bir söylemi dışlayarak kurması... Mesela seçkinlerin dindarları sistem tehdidi olarak kurgulayıp dışlamaları gibi...

Suheyb: En kötüsü de bunun bir dayatma olması. Erkek hastayı da muayene edersiniz. Ama Türkiye’deki bir kesim, başörtülü doktorlar erkek hasta muayene etsin diye çıldırıyor. ‘Adamın illa ki sırtını görsün!’ istiyorlar. Anlatabiliyor muyum? Bu bir obsesyon haline gelmiş durumda. Başörtülü olsun olmasın herkes doktora giderken tedirgin olur. Ben bile mesela erkek doktor olunca daha rahat ediyorum. Bunun dini bir kaideyle alâkası yok ki!

Ama diyelim ki acile gittiniz ve sırf erkeksiniz diye size bakılmıyor?

Suheyb: Orada bir tercih konulabilir. Kişi vejetaryen olabilir, eşcinsel olabilir... Pek çok konuda tercih koyabilir. Ama kimsenin bu konuda tercih koymasına müsaade edilmiyor. Ben de bunun için diyorum ki, türbanlı kadınlar erkek hastaları tedavi etsin diye çıldırıyor bir kesim. Bu kadar çıldırmasınlar ya!.. Tom Cruise’un oynadığı ‘Azınlık Raporu’ diye bir film vardı. En ağır, en kötü distopia... Daha siz suçu işlemeden polisler gelip sizin üzerinize kapaklanıyor. Türkiye artık kimsenin hayal edemediği bir distopia haline geldi. İnsanlar birbirine bakıp diyor ki, ’Hah, bu yarın doktor olursa kesin beni tedavi etmez. Ben şimdiden gideyim bunu engelleyeyim!’ Böyle bir şey olmaz. Eğer böyle bir şey yapacaksa da sen göreceksin, deneyeceksin.

Hilal: Birçok tekil örnek var. Oradan yola çıkarak böyle kocaman kalabalıkları nasıl analiz edebiliriz?

Maalesef kutuplaşmanın da olduğuna dair örnekler bunlar. Ben Fatih’te büyüdüm, annemler hâlâ orada oturuyor. Birkaç yıl öncesine kadar başım açık olduğu için tek bir kötü davranışla karşılaşmadım bu semtte. Ama artık markete, fırına girdiğimde, eğer ki çalışan türbanlıysa bir garip tavırla karşılanıyorum. Kendisi gibi tesettürlü olan müşteriye güleryüzle, ‘Hoşgeldiniz’ diyen kasiyer sıra bana geldiğinde verdiğim selamı bile almıyor. Para üstünü, ‘Al da çek git’ gibisinden veriyor...

Suheyb: Vallahi bizim hayatımız da öyle geçiyor. Bağdat Caddesi’ne gidiyoruz küfür yiyoruz. Taksim’e çıkıyoruz küfür yiyoruz. Üsküdar’da daha geçen gün yürürken ittiler, az daha yere düşüyordu Hilal. Bizim hayatımız hep böyle geçti.

Kim itti?

Bir kadın... Tenha bir yerdi. Yanımızdan geçerken eliyle itti. Bir şey yapamadık... Donduk kaldık. Korkunç bir hal. Ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz...

Böyle örnekler çok sık yaşamıyorsunuzdur herhalde?

Geçen Bağdat Caddesi’ne indik. Bir yaşlı beyefendi ikimizin karşısına geçti, durdu, bizi süzdü. Hilal’in başı örtülü... Ben sakallıyım... Bu şekilde Bağdat Caddesi’nde mum gibi parlıyoruz tabii... ’Şu hale bak!’ dedi gitti.

Daha önceki yıllarda da böyle şeyler yaşıyor muydunuz?

Bizim İstanbul’da ilk oturduğumuz yerlerden biri Çiftehavuzlar’dı. Sadece 3.5 ay oturabildik. Ben 5-6 yaşlarındaydım. 20 sene önce... Annemin başörtüsü vardı. Her sokağa çıktığında, mutlaka sözlü taciz oluyordu. ’Hadi İran’a!’ diye... Ve o semti terk etmek zorunda kaldık.

Nereye taşındınız?

Üsküdür Bağlarbaşı’na...

Orada rahat ettiniz herhalde?

(Gülüyor) Tam hatırlamıyorum ama ya birinci ya da ikinci sınıftaydım. Öğretmenimiz başı açık olmanın makbul bir şey olduğundan bahsediyordu. ’Biliyorum ki pek çoğunuzun annesi böyle değil. Ama böyle olanlar da var’ diye içimizden bir arkadaşımızın adını söyledi. Sonra tüm sınıf beni işaret etti. ’Suheyb’in de annesi öyle’ diye... Öğretmenim de ’Hımm, vah vah’ dedi...

Gerçekten böyle bir şey yaşadınız mı? İnanmak çok güç buna. Siz nerede okudunuz?

Bağlarbaşı İcadiye İlkokulu’nda. Bunu yaşadım. Bakın, benim babam İlahiyat Fakültesi’nde profesör ve sakal bırakamıyor şu anda. 20 sene önce çekilmiş sakallı bir resmini buldular, bütün fakülteyi kapatmaya kalktılar.

Babanız kim?

Salim Öğüt... Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde fıkıh profesörü... Hâlâ başörtülü öğrenciler ilahiyat fakültesine bile giremiyorlar.

‘Artık normalleşme sürecine girmemiz gerekiyor...’

Bir ay önce Prof. Ünsal Oskay’la söyleşi yapmıştım. ”Türkiye nasıl bir dönüşüm yaşıyor?“ diye sorduğumda şöyle yanıtlamıştı: ”Uzun yıllar bizden, seçkinler kuşağından korkmuşlar. Korktukça, içlerinde bize karşı husumet tortulanmış. Şimdi o husumeti her fırsatta dışa vuracak, kusacak, seni hor görecekler. Sen de şaşacaksın. Dışlamışsın, küçük görmüşsün onları çünkü... 60 yıl boyunca ‘Ana caddeden yürüme, arka sokaktan yürü’ demişsin. O da şimdi ne diyor? ‘Caddeler de benim, arka sokaklar da benim, ne istersem yaparım!’ Tabii ki bunlar yaşanacak...”

Suheyb: Asla... Biz, bu silleyi yiyen insanlar, aynı muameleyi kesinlikle karşı tarafa yapmayacağız... Yapılmıyor da zaten...

Gerçekten de yapılmıyor diyebilir misiniz?

Suheyb: Birkaç ajitasyon, birkaç gerzek yaptı diye genellemeye gidemeyiz.

Hilal: Ama bir normalleşme sürecine girmemiz gerekiyor. Onun da tek yolu bu ayrımcılığın kalkması. Bu geçiş sürecinde çok az sayıda yaşanacaktır bu örnekler.

Suheyb: Bence birileri, derin devlet provokasyon yapacaktır muhakkak. Birilerine başörtüsü giydirecekler, saldırtacaklar birilerinin üstüne. Sonra ’Görüyor musunuz ne yaptılar?’ diyecekler.

Neden başörtüsü diyorsunuz da türban değil?

Hilal: Şehirleşen belki daha fazla eğitim, daha fazla maddi imkana sahip olan insanlar sonuçta eskiden annelerinin taktığı pamuklu başörtüsünü alıp aynı şekilde takmak zorunda değiller. Artık ipekli başörtüler alınıyor. İpekli başörtüler de öyle tavşan kulağı gibi bağlanamıyor, kayıyor. Aslında çok doğal, gündelik hayat içinde oluşan bir değişimken bu, sanki yabancı bir üniforma gibi görülmesi çok incitici. Hem de bu tanımları yapan siyasetçilerin halkından ne kadar uzaklaştığını gösteren bir gerçek. Bu halkın bir gerçeği, başlarını örtmek istiyorlar ve bunu çeşit çeşit yapıyorlar.

Suheyb: Siz sormadan söyleyeyim, ‘Başörtüsü bir siyasi simge midir, değil midir?’ Dünyada her şeyin bir siyasal anlamı var. Masanın, klozetin bile...

Biraz da Biz Kürtleşelim Projesi’nin koordinatörü...

Hilal-Suheyb çifti, dindar gençler konu oldu mu sosyolojik bir prototip olmaktan uzak aslında... İkisi de Genç Siviller Grubu’nun üyelerinden... Bu toplumda barışçıl yollardan çözülmesi gereken ne sorun varsa onun üzerine gidiyorlar. Ellerinden geldiğince, şiddetsiz bir çözümün peşindeler... Hilal, Çankırılı bir ailenin kızı. Ama bugünlerde Kürt meselesine kafa yoruyor, öyle ki başörtüsü konusunda sadece bir kez eyleme katılmış! Kürt sorununun yanı sıra 301. Madde’nin kaldırılması ve Ermeni sorunuyla ilgili de koşturuyor. “Başbakan Erdoğan’ın başörtüsü konusundaki hassasiyetini asıl bu konularda görmek istiyoruz” diyor.

DİĞER YENİ YAZILAR