Nur Vergin’e yapılan klan baskısı!

Haberin Devamı

Sosyal bilimci Prof. Ünsal Oskay’a, ’Prof. Nur Vergin’e yönelik tepkiler de mahalle baskısı değil mi?’ diye sordum. ’Hayır’ dedi, ’Bu yakın zamana kadar toplum üzerindeki ekonomik ve siyasal hakimiyetini rakipsiz olarak sürdürebilen geleneksel elitin klan baskısı... Aslında çizgi aynı çizgi. Ama ritüeller farklı. Ritüeller değiştiği için birilerinin asabı bozuluyor!’

Geçen hafta ‘Türkiye makas mı değiştiriyor?’ sorusuna yanıt bulmak için Siyaset Sosyoloğu Prof. Nur Vergin’le yaptığımız röportaj büyük tartışmalara sebep oldu. Vergin’in toplumsal değişime ilişkin tespitlerine en büyük tepki ne hikmetse laiklerden geldi. Vergin, hep “Benim tasavvurumdaki ülke bu değil... Ama gidişat böyle” dese de! Ne demişti ki; “AKP, radikal dinci hareketlere ve etnik başkaldırıya karşı Türkiye’nin emniyet kemeri... Türkiye İslamlaşmayacak ama bildiğimiz cumhuriyet resmi aynı resim olarak devam etmeyecek. Din olgusu devletle daha bir eklemlenecek. Bu noktada iyi ki AKP var. Çünkü bu dönüşümün kansız ve kavgasız olmasını sağlıyor. AKP, halkın sisteme, siyasi elite, aydınlara, bürokrasiye öfkesini yumuşatıyor...”

Neyin öfkesini? ‘Katı laik’ ve elit kesimin geçmişteki baskısının öfkesini... Vergin, kendi hayatından bir örnekle açıklamıştı bu baskıyı... “Yeni evime taşındığımda bir dua okutmak istedim. Ama çevreden çekinip vazgeçtim” diye. İşte bu cümle laik çevreleri ayağa kaldırdı. Bu tepkiye, röportajı yapan olarak şaşırıp kaldım. Zira Vergin, laik sistemin ve cumhuriyet değerlerinin savunucusu... Hatası bir bilim insanı tutarlılığı ve dürüstlüğüyle tespit yapmak oldu! Yine de bir başka sosyal bilimciye daha danışayım istedim. Beykent Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Ünsal Oskay’a önce Nur Vergin’in tespitlerini sordum... Aynen katıldı.... Duaya gelince... ’Keşke okutsaydı. Madem ki inanıyor!’ demekle yetindi.

’Peki mahalle baskısı sadece dindar kesim için mi geçerli? Vergin’e yönelik tepkiler de mahalle baskısı değil mi?’ diye sordum. ’Hayır’ dedi, ’Bu klan baskısı! İttihat ve Terakki zamanında başlayıp çok yakın zamana kadar toplum üzerindeki ekonomik ve siyasal hakimiyetini rakipsiz olarak sürdürebilen geleneksel elit, artık hakimiyetini kaybediyor. Şimdi taşradan gelen ve ekonominin yeni dallarından zenginlik kazanmış, eski elitten çok daha pragmatik ve farklı bir ahlâka sahip yeni klanlar topluma hakim oluyor. Bu yola giren çeşitli çevrelerin her biri klan haline geldi... Aslında çizgi aynı çizgi. Ama ritüeller değişti. Ritüeller değiştiği için birilerinin asabı bozuluyor.’

İşte böyle girdik sohbete Prof. Ünsal Oskay’la... Sonra klandan mahalleye, elitlerden halka Türkiye’deki sosyolojik serüveni konuştuk...

Özal’ın mezarını, hatta Anıtkabir’i bile satacaklar!

Hocam sizce de Türkiye makas değiştiriyor mu?

Türkiye’de makas değiştirme olgusunu tespit etmek çok zor bir iş değil. Büyük bir sürpriz de değil. Bugün yaşananlara tepki gösteren cumhuriyet aydını, sadece Marksist literatürden değil, dişe dokunur bütün sosyolojik çalışmalardan, tarih çalışmalarından uzak tuttu kendini. Bunlardan ürktü, korktu. Türk aydını, tazminatçılıkla devleti ıslah etmeyi amaçlayan, devleti ıslah ettiği zaman da seçkinliklere haiz olan, kendi konumunu toplumdan siyaseten uzak tutarak muhafaza etmek isteyen patrimonyal bir aydın grubu oldu.

Elit her yerde haramzadedir

Yani aydın ve halk ikiliği oluştu?

Evet. Aydınların esas kristalize olma dönemi cumhuriyetin ilk 20-30 yılında. Peki bunlar iyi niyetli miydi? İyi niyet arkasında, adaletsiz bir toplumsal sistem tasavvuru vardı. Sistemin belkemiği buydu. Her iyi niyetin arkasında puştluk vardı, hokkabazlık vardı yani... O zamanlar cumhuriyet seçkinleri, koyu lacivert elbiselerini giyip konser dinlemeye gidiyorlardı. Bugün onların çocukları Rolling Stones’un solisti Mick Jagger konserine gidiyor. Her ikisinde de avamdan, toplumun çoğunluğundan kendini uzak tutma eğilimi var. Mesela, İsmet Paşa senfonik müzik dinliyor, operaya gidiyor... Önce ızdrap gibi geliyor bu. Ama sonra anlıyor ki, mevki ve makamın seçkinliği bu tarz ritüellere bağlı. Çünkü bu ritüeller hep halkı, avamı korkutup kendisinden uzak kalmaya mecbur bırakıyor. Ve bu yaptığı işin yanlışlığını çok iyi bildiği için küçük ölçekli vicdani maliyet hesabını da yerine getiriyor.

Nasıl yerine getiriyor?

’Tabii ki ben seçkinim... Bu toplumun nereye gitmesi gerektiğini en iyi ben bilirim. Senfoni orkestrasını dinleme işkencesine katlana katlana adam oldum. Bu dışardaki cahiller sürüsüne memleketin istikbalini bırakabilir miyim?’ diyor. Bu yakın zamana kadar devam eden bir çizgi. İsim vermek istemiyorum ama çok seçkinci, aynı zamanda Batıcı bir sosyal bilimcimiz, televizyonda bağıra çağıra aynen şunu söyledi; ’Tabii ki ben Erdoğan’ı falan tutmam. O Kasımpaşa’dan gelme... Kemal Derviş, okumuş yazmış, Batı kültüründen gelme.’ Yani, ’Biz, çocuklarımızın en az iki dil bilmesi için yırtınıyoruz. Bu adamlar nereden çıktı? Biz geleceğimizi bunlara mı teslim edeceğiz? Biri futboldan geliyor, diğeri tenisten’ demeye getirdi.

Ama şimdi öyle konuşmuyor...

Öyle. ’İslami hareket modern mahrem’ diyor... ’Rejim için tehlike değil’ diyor... Fransa’da, İngiltere’de toprak soyluluğuna dayanan dönemlerde, ‘Hem toplum için hem aristokrasi için değeri toprak yaratıyor’ diyorlar. İyi de toprağın yarattığı değeri yönlendiren kim? Bu toprağın yarattığı değeri tasarruf edenler kim? Aristokrasi. Sonra küçük boy, orta boy derken, büyüyen bir burjuvazi çıktı ortaya. O burjuvazi, aristokrasinin yöneticiliğini meşru gören zihniyeti kırıp dağıtmaya başladı ve liberaller çıktı ortaya. Dediler ki, herkes hiçbir kısıtlama olmadan kendisi için çalışır, kazanırsa toplumun büyük sayıdaki esas kesimi de refahını artıracaktır. Bu felsefeyi savunanlar, bunun yanlış olduğunu 100 yıl sonra görmeye başladı. Çünkü toplumda bu kafayla işleyen gelişme birçok insanı topraktan koparıyor, köylerden kentlere doğru getiriyor. Toprak mülkiyeti rasyonelleştikçe, küçük köylü toprağını satıp mülkiyetsiz bir sınıf haline dönüştükçe sefalet, çaresizlik artıyor. Dolayısıyla liberal felsefeyi savunanlar bile kendi içlerinde eleştirel bir boyut kazanmaya başladı. Şimdi AKP’nin tabanında olduğu gibi... Bu gidişattan memnun olmayanların aradığı, daha hakça, daha adaletli bir dünya tasavvuru... Eski tüccar sınıfının yeniden ortaya çıkmasını, o durağan, feodal, ama daha yakın, daha sıcak insan ilişkilerine dayanan zamanların toplumlarını düşlüyorlar. Şimdi camilerin etrafına toplanan, AKP’ye oy verenlerin saf kısmı, safiyetle bunu yapanlar bu tasavvurun peşinde. Ama birileri, bu tasavvurun peşinde olanları kullanarak, onları oy deposu haline getirerek siyasetini neşrediyor... Çünkü onlar hem müşteri hem seçmen... Milli Nizam Partisi’ni kuran Necmettin Erbakan’ın oğlu camide namaz kılıyor. Kameraman rükûya erdiği anda çorabını da çekmiş. Oğlanın çorabı Versace! Yani, kapitalist dünya sistemi için hiçbir tehlike arz etmiyor bu dinci takımın elit takımı. Elit, dünyanın her yerinde haramzadedir. Ve bu haramzade takımı, dünyanın en zengin takımı kimse, dini imanı onunla ortaktır. Libya’ya gidip para isteyebilir. Ama onun amacı Batı’nın kapitalist sisteminin eriştiği son noktaya kadar yaklaşmaktır. Bu Libya’dan da geçerek olur, Rusya’dan da...

Peki din, iman ne olacak?

Bush ve Erdoğan arasında dünya görüşü, hayat anlayışı, politik felsefe açısından hiçbir fark yoktur. Biri retorikte ‘İsa, avangelistler’ falan diyor, diğeri ‘Hz. Ebu Bekir, Hz. Muhammed.’ Hepsinin semantik yapısını kurcaladığınız zaman ne çıkacaktır? Para azizdir. Rıhtımı da satarım, Topkapı Sarayı’nı da satarım. Ha, içimi rahatlatmak için bayrakların ebadını büyütürüm. Cibali Karakolu’na 6 metrelik bayrak asarım. Ama karakol satılmış! Suudi Arabistan’dan adamlar geliyor. ‘Buraya 80 katlı modern karakol yapacağım’ diyor. ’Al toprağı’ diyor. Bu arada milleti ve kendi vicdanını rahatlatmak için bayraklar yakında 20 metreye çıkacak. Özal’ın mezarını da satacaklar.

Olur mu canım!

Tabii... Satılacak. Mezara varana kadar her şeyi satacaklar.

Anıtkabir’e dokunamazlar herhalde?

Niye? Sen öyle san! Ne güzel, çok katlı turistik otel yapılır? Altı da kumarhane olur.

Herkes yağma için sırada...

Hocam çok abartmadınız mı? Sizce bu değerlere dokunulur mu?

Her şey zamana bağlı. Hiçbir şey paldır küldür yapılmaz. Daha önce yapılacağını tasavvur etmediğimiz şeyler yapılmıyor mu? ‘İstanbul’un silüetini bozmayız, o bizim medeniyetimizin göstergesidir’ deniyordu, yüksek oteller yapılmadı mı? Sultanahmet’teki Four Seasons’ın içindeki ek bina neyin üzerine inşaa ediliyor? 2 bin yıllık tarihin üzerine! Görmüyor musun, 2 bin yıl dünyaya hükmeden, üç-beş tane medeniyetin son mirasçısı biziz. Bu gurur verici bir şey. Onu unutuyorsun, tarihi kapatıyorsun. O otel yapılacak da ne olacak? Dışarıdan gelecek olan zengin adamlara iki lisan bilen eskort kızlar eşlik edecek. Yerli ya da yabancı... Yukarıda restoran, aşağıda kumarhane olacak. En aşağıda da senin 2 bin yıllık tarihin! Yapan kim? Din, iman, tarih, vatan, millet diyen, en şoven biçimli milliyetçi kesim. İşte bu kesim, bunlara göz yumuyor. Yağmada en başta kuyruğa girip sıra bekliyor.

‘TÜRKİYE 20-30 YIL DAHA AYILMAZ’


Necati Doğru, ’Yeni yılın şifresi türban ile tesettür olmayacak!’ diye yazdı... Diyor ki, ’Bugünün Türkiyesi’nde zenginleşebilmek, sınıf atlamak, çocukları gemi sahibi yapmak, egemenler arasında yerini alıp, bir türban burjuvazisi yaratabilmek için ’İslam’dan fetvalı bir irtica düzenine’ geçmeye ihtiyaç duyulmuyor...’

Evet. Ama bu anlaşılana kadar 20-30 yıl Türkiye ayılmaz. Aslında Türkiye’nin ayılması da yetmez. Çabuk para kazanmanın yolları uzun zamandan beri bütün dünyada açıldı. Sabra, sebata dayanarak zengin olmak eskidi, demode oldu. Şimdi bunun tersi bir yol var. Bu yolun yanlış olduğu 20-30 yıl sonra anlaşılacak.

20-30 yıl kimse farkına varmayacak mı olanın?

Hayır. Eskiden, ‘Vay ahlaksız’ diyorduk. Şimdi ’Sıra bana ne zaman gelecek?’ diyoruz. Sabah Gazetesi, vakti zamanında Özal’a muhalefet yapmıştı. Ama iğdiş edilmiş bir muhalefet! Gazetenin ilk sayfasında bir el, Semra Hanım’ın eli. Parmaklarında beş tane yüzük. Siyaset biliminden yeterince nasibini almamış, salak bir okuyucu bu fotoğrafı görünce ne diyecekti? ’İşte Özal’a karşı muhalefet!’ Öyle mi? Hayır, halk çoktan kızının Semra Özal, oğlunun Turgut Özal olmasını, eskiden ayıp sayılan her türlü şeyi yapabilecek hüner kazanmasını ister hale gelmiş zaten. Dolayısıyla 5 yüzüklü el, halkta tepki yaratmıyor. Tam tersine halkın değişen tercihinin daha şiddetli biçimde, kafalara, vicdanlara yerleşmesini sağlıyor.

Peki bugün halk ne diyor?

‘Haksızlık mı var, adaletsizlik mi var? Boşver! Benim sıram ne zaman gelecek?’ Ha, bu ne zaman kırılır? Yukarı çıkayım diye bekleyip bekleyip de kızının fahişe olmasına göz yuman, oğlunu hırsız, mafya fedaisi yapan adam bakacak ki, oğlu mafyaya o kadar rahat giremiyor. Çünkü herkes mafya olunca sömürecek adam kalmıyor. Adam akrep gibi kendi kendini zehirleyip intihar edecek hale geldiği vakit, ’Bu akreplik canıma yetti, nasıl tekrar insan olabilirim’ diyecek.

Gidişat, Demirel’le bozuldu

Bu bozulma ne zaman başladı?

1965’te, Demirel zamanında. Askerler, eski askerler, gerçekten vatan, millet kötüye gidiyor diye 27 Mayıs’ı yaptılar. O zamanlar Türkeş bile ülkenin ıslah edilmesini, ekonominin düzeltilmesini istiyordu. 38 Milli Birlik Komitesi üyesinin ortak imzasıyla oldu 27 Mayıs. Sonra Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu. Hedef, dış borçtan ziyade iç kaynakların çarçur edilmeden kullanılıp, yatırımların üretken alanlara sevk edilmesi yoluyla İtalya’nın düzeyine çıkmaktı. Bunu da, karma ekonomiyle yapacaktık. Karma ekonomide hem kapitalist işletmeciliği var, hem de devlet işletmeciliği... Bizim Sümerbank kâra geçtiği zaman özel sektöre devredilmek şartıyla kuruldu. İsmet Paşa’nın kafası budur. Karma ekonomidir. Paldır küldür sosyalizm falan kimsenin tasavvur ettiği bir şey değil. Ama bizim özel sektörümüz şekeri üçe alıp halka beşe yedirdiği için, devletin himayesiyle palazlanan bir özel sektör olduğu için bu plan lafından çok korktu. Apar topar harekete geçti. Adalet Partisi’nin başına Sadettin Bilgiç geliyordu. Ondan fena korktular. Süleyman Bey’i getirdiler. Bir kere kendilerine çok yakın. Mühendis, Amerika’ya gitmiş. Üstelik medeni bir adam. Öyle Bilgiç gibi molla değil; cumhuriyeti yıkmayacak. Cumhuriyeti, kuruluştaki seçkinci kadronun isteği yönünde götürecek.

Muhafazakar sosyalizmci paşamız!

Böyle mi oldu?

Aynen böyle oldu. 1965’e kadar ülke planlı hale getirildi. İsmet Paşa, Türk tarihinin yetiştirdiği en akıllı, muhafazakâr sosyalizmci paşamız. O bizim Bismark’ımız. Almanya İmparatorluğunu kuran Bismark, işçi haklarında, şurada burada bir sürü ıslahatlar yapıyor. ’Ulan’ diyorlar, ’Sosyalistler ne diyorsa yapmaya başladın.’ O ne diyor? ’Onların yaptıkları her şeyi yaparsak boku yeriz. Bir kısmını da bizim yapmamız lazım.’ İsmet Paşa’nın devlet adamlığı da budur. Sistemin büyük sarsıntı geçirmeden kendi çizgisini sürdürmesini sağlamıştır.

Başardı mı peki?
Başaramadı. 1965’te Demirel’i getirdiler. Kim getirdi peki? İlk akla gelen üç-beş tane Türkiye’nin cumhuriyet yetiştirmesi zengin. Demirel başbakan oldu. Verdiği ilk beyanat neydi? ’Milletimiz plan değil acilen pilav istiyor.’ Şimdi boyuna pilav yediriyoruz. Onun için acilen Haydarpaşa Garı’nı satabiliriz, Kız Kulesi’ni satabiliriz. Ne olur mesela? Arap petrol milyarderleri için orası çok kontrollü bir randevu evi olabilir. Naomi getirilir, bilmem kim getirilir. Bizim hükümetler de komisyon alır. Ayıp, değil mi? Sen 2 bin yıllık tarih üzerinde turistik otel açarsan oraya kim gelecek sanıyorsun? Papa Hazretleri mi?


YARIN: * Türkiye’nin çizgisi değişmedi. Ama ritüeller değişti. Neden? * Geriye tek bir alternatif kaldı. Peki ne?

RÖPORTAJ: MİNE ŞENOCAKLI

DİĞER YENİ YAZILAR