Esir düşerken...

Öyle bir kılığa bürünmüşüz ki.

Dağları, taşları.

Ve ağaçları, denizleri, nehirleri sevmişiz.

Lakin...

Öyle bir “tezat dağını” içimizde taşımışız ki.

Kedileri, köpekleri.

Ve aslanları, ayıları, filleri sevmişiz.

Lakin...

Öyle bir kör kuyuya yüreğimizi

düşürmüşüz ki.

Heykelleri, resimleri.

Ve altınları, gümüşleri, elmasları sevmişiz.

Lakin...

Öyle bir karanlık zindana mahkum olmuşuz ki.

Sarayları, yalıları.

Ve gökdelenleri, yatları, katları sevmişiz.

Lakin...

Öyle bir anlamsız dertle aklımızı bozmuşuz ki.

İktidarı, hükmedenleri.

Ve kralları, kraliçeleri, statüleri sevmişiz.

Lakin, adam, dost, arkadaş sevememişiz...

Kiminle dostça bir sohbete koyulsak başlıyor anlatmaya:

“Evimi, arabamı çok seviyorum”

Bin yıldan sonra vardığımız durağın adı; materyalizm!

Bırakıp da gideceklerimiz için alabildiğine suç bataklığına gömülmüşüz.

Esir düşmüşüz...

Adaleti ve paylaşmayı sevmemişiz.

Sevgiyi, alış verişe dönüştürmüşüz.

Ve artık “dünya bir hiçtir, onunla uğraşanlar da bir hiçtir!” Diye haykırmak lazım...

Sonuçta, biz bir dünya kaybederiz, onlar bir cennet...

Haberin Devamı
DİĞER YENİ YAZILAR