Geçen yıl bu zamanlardı...
Bir öğlen vaktiydi...
İstanbul’a kar yağıyordu...
‘Hayat hayaldir’ diyen ‘Ağabey’ gün ortasında hayaletleştirilen dünyayı
terk etmişti... Yetmiş dört yıl önce şubat ayının soğuğunda küçük bir evde
doğmuş ve yine şubat ayının soğuk bir gününde, bir hastanenin soğuk bir
köşesinde çileye veda etmişti...
Kent, yangın yerine dönmüş gibiydi...
Oysa, avuçlarımızda daha nice yarım kalan kavgalar duruyordu... Lakin,
telaş bitmişti...
Yılların hüznünü, acısını, öfkesini dört duvar arasına bırakıp da
uzaklaştım... 30 yıl önce bir ağaç gibi dikildiğimiz bahçeden alıp başı gitme
vakti gelmişti...
Atillâ İlhan’ın “Cinayeti ben gördüm... Hiç biriniz orada yoktunuz!”
deyişindeki kör bir kayıkçı gibi günlerce kör kuyulara bağırmıştım...
Kimseler yoktu...
Ve sanki kaybolmuştu herkes...
Artık, barut kokuyordu vakitler...
* * *
Geçen yıl bu zamanlardı...
Kahır yorgunluğuna hayal kırıklığı bulaştırılınca, usulca çekip gitmişti o
güzel dost... O’nsuzluğun ertesini hiç düşünmeyen ben, kanatlarında bir
deli rüzgârın öyküsünü taşıyan çalı kuşları gibi hür ve başını dik tutarak
darağacına doğru yürüyen mahkûm gibiydim sanki...
Bin umudun çiçeği avuçlarımda kalmıştı, yani avutulmuş küçük bir çocuk
gibi...
Giden mi suçludur, yoksa kalan mı? Bilmiyordum ama artık kimseyle
muhasebeleşmeyeceğime dair söz vermiştim kendime...
Denizlerin hırçın çocukları diye bilinen martılar gibi hiç uslanmayacağımı
da biliyordum... İçinden nehir geçen kentlerde yaşamayı seviyordum ama
30 yıldan beri yaşamaya çalıştığım kentin ortasından denizler geçiyordu...
Bu ülkede, bir kurşuna bir adam denk düşüyorsa ve yine bir kurşunun bir
kurşunla buluşması mutlak şart koşuluyorsa, örümcek sabrıyla vakitleri
örmeye devam edecektik!
Soğuk dağların ardındaki ötelerde karıncanın hakkı dahi sultanlardan
soruluyorsa, hesap gününü beklemek gerek!
Ve kızıl sümbüller ölmüş... Soğuk dağların eteklerindeki yaşanmaya
çalışılan hayat toz duman içinde...
Diyorlar ki;
“Aldatanlar bir yangın borçludur tarihe!”
Ve bir yangın borçlu değilim artık hiç kimseye...
* * *
Geçen yıl bu zamanlardı...
30 yıl sonra farklı bir adresteydim...
20 yıllık bir dostluğu incitmeden bugünlere kadar taşıyabilmenin vefasına
yakışırcasına kapılarını açan ve dostça elini uzatan Erdoğan Demirören
Bey'le geçen yıl bu zamandan beri birlikteyiz...
Bir arada yaşamanın sırrını keşfetmiş bir coğrafyada yedi düvele karşı
birlikte ölmesini bilmiş ama birlikte yaşamasını unutmuşuz galiba...
Yine akşam olmuştu... Usulca evin yolunu tutarken radyoda eski bir şarkı
çalıyordu;
“Acı çektim günlerce
Acı çektim susarak”
Ve şimdi yazma vakitleri... Uzaklara giden bir vapurun yuvarlak
penceresinden hayatı seyreden ve ekmeğimize kan doğrayanlara inat,
ağaçlar gibi ayakta ölüp gitmek avuçlarımda kalan tek hayal...
“Yaşayanlar bir gün ölür elbette” diyerek kendini kutsallaştırmaya çalışanlar
kentin meydanlarına dikilen kulelerdeki saatlere hiç bakmıyor gibi...
* Artık çarşamba ve cumartesi günleri birlikteyiz...
Şubat soğuğu
Haberin Devamı