Gazete Vatan Logo

Kurşun ve kan izleri düğün evi, ölüm evi!

Yazar Müge İplikçi katliam köyünden yazdı...

Ölüme bulanmış ve yaşadıklarının ağırlığıyla öylece kalakalmış evler var... Yerdeki kan izleri, bir pet şişe, duvarlardaki kurşun izleri, her şeye tanıklık etmenin ağırlığı altında ezilmiş bir haldeler. Düğün evi ölüm evi olduğundan beri böyle...

Hayrünnisa Gül’ün desteği ve Everest Yayınevi’nin öncülüğünde gerçekleşen Konuşan Kitap Şenliği davetlilerinden biri olarak varıyorum Şanlıurfa’ya. Ancak içimdeki kıpırtı Bilge köyünün yönünü gösterdiği için çok fazla kalamıyorum dünyanın en eski şehrinde. Oysa çok yerinde bir organizasyon. Balıklıgöl platosunda çadırlar kurulmuş; yazarlar okurlarla buluşsun diye koca meydan bir şenlik alanına dönüşmüş. Ama dedim ya... Ve o tuhaf esintiyle günübirlik yollara düşüyorum.

Urfa Mardin’e bakar...

’Harran Ovası’nın rüzgarı başağrısı yapar’ diyor beni Urfa’dan Mardin’in Bilge köyüne götüren şöförümüz Reşit Yücel. Kendisi belediyeden su dağıtım teknisyeni olarak emekli olmuş. Atatürk barajının geçtiği toprakları avucunun içi gibi biliyor. 3.5 saatlik yolda yörenin toprak ve su öyküsünü anlatıyor uzun uzun. Araya bazen Derik, bazen Mazıdağı, bazen jandarmalar, bazen kekik kokusu, bazen de asfaltı delik deşik olan İpek Yolu’nun efkarlı Tırları karışıyor. Harran’ın rüzgarı gibi güneşi de sersemletici güzellikte.

Yoldaki bir diğer konuğumuz ise İbrahim Akbaş. Reşit Yücel gibi o da Şanlıurfa Belediye Başkanı Ahmet Eşref Fakıbaba’nın gönüllülerinden biri. Akbaş’ın da Dağlıca’daki askerlik anılarını dinliyorum. Bölge insanının anıları da yaşamları gibi. Derin ve tek celsede kavranamayacak cinsten. Burada Reşit Yücel yine devreye giriyor ve bölgedeki birçok köyün Atatürk Barajı’na rağmen hala susuz olduğunu söylüyor. O sırada yoldaki bir çukura daha düşüyoruz. Habur Sınır Kapısı’na kadar giden yol bu: Tek gidiş tek geliş ve belli ki üzerinden akıp geçen yoğun trafikten ötürü ölesiye yorgun...

Derin mi derin bir yas

Bilge köyüne yoldaki bu savrulmaların eşliğinde ulaşıyoruz. Köy, sapaktan itibaren jandarmalarla ve olayın hemen arkasından yenilenmiş yoluyla karşılıyor bizleri. Alabalık levhalarının eşliğinde vardığımız diyar, içine doğru yürüdükçe yörenin taziye geleneğinin koca bir alana yayılmışlığının çıplak fotoğrafı oluyor. Böyle derin mi derin bir yası nerede gördüğümü hatırlamaya çalışıyorum. Belleğim bana 1999 depremini hatırlatıyor. Yeşil, aynı oranda ilkbaharın taze renkleriyle kaplanmış bir alanın içine yürümüş olan dev çadırlar, ortalıkta dolanıp duran sahipsiz tavuklar, bir iki kedi, taziyeye gelen insanlar, okunan dualar, jandarmalar. Daha yukarlarda ise evler var. Ölüme bulanmış ve yaşadıklarının ağırlığıyla öylece kalakalmış evler. Yerdeki kan izleri, bir pet şişe, duvarlardaki kurşun izleri, her şeye tanıklık etmenin ağırlığı altında ezilmiş bir haldeler. Düğün evi ölüm evi olduğundan beri böyle...

Karanlıktı ve çıt çıkmıyordu

Evleri ve sessizliklerini dinlemeliyim. Oysa zamanım çok kısıtlı. O sırada derdime derman olacak biri karşıma çıkıyor: NTV’nin Diyarbakır’daki kameramanı İbrahim Ateşoğlu. Olayı duyar duymaz iki saat içersinde bölgeye gelmiş ve diğer basın mensupları gibi olay gününden bugüne kadar yaşananları kamuoyuna aktarmaya devam ediyor. Köye ilk vardığında gecenin içersindeki şoktan kaynaklı sessizlikten bahsediyor. Ölüm sessizliğinin ne olduğunu bilen bilir, öyle bir sessizlikmiş. ’Karanlıktı ve çıt çıkmıyordu’ diyor. Ardından beni terkedilmiş ’zanlı’ ailelerin evlerinden birine götürüyor. Evin ağır demir kapısını yokluyoruz. Kapıyı biraz zorluyoruz ve içeriye giriyoruz. Kendimi hırsız gibi hissediyorum.

Her şey ortada. Evin içine girdiğimizde şaşkınlığım daha da artıyor. Çuvallardan dökülmüş biberler, bir çaydanlık, kirli bebek bezleri, kovalar, vidalar, düğmeler... Camlar ardına kadar açık. Odada bir lavabo var ve içi suyla dolmuş durumda, ha taştı ha taşacak. Birbiriyle ilişkili, ilişkisiz bir çok şey panikle yoğrulmuş bir kaçışı anlatıyor. Her şey bir yere savrulmuş. Belli ki sağduyu da nasiplenmiş bundan. Sahipleri korku ve dehşetle terketmişler evlerini. Bu evin gelin evine mesafesi 50 metre var yok. Elbette burada sorulacak olan soru bu değil; çünkü kin için mesafe aranmaz.

Köyü biraz daha görmeye başlayınca söz konusu kinin bir sevda ilişkisiyle adlandırılamayacak kadar derin olduğunu anlıyorsunuz. Kaldı ki söz konusu gönül ilişkisinin sacayağı biçiminde aktarıldığı haberlerin aslında gerçekle ilişkilendirilemeyeceğini de farkediyorsunuz.

İbrahim Ateşoğlu bölgeyi yakından ve içinden bilen bir gazeteci olarak korucularla ilgili yaşanan gerçeğe parmak basıyor. O da köyün ekonomik şartlarında yatan dengesizliğin ana faktör olduğunu düşünenlerden. Gerçekten korucularla ilgili dile getirilenlerin bir şehir efsanesi olmadığını, koruculuk sisteminin devlet güvencesinin sağladığı ataletle birlikte kendi iç devinimini kazanmış bir yapılanma olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla Bilge köyünde yaşananları aşiret sistemi diyerek kolaylıkla kavrayabilmemiz mümkün değil. Farklı reflekslerle düşünmemiz, yeniden düşünmemiz, sezgimizi ve vicdanımızı koyarak algılamaya çalışmamız gereken bir olgu. Sunulagelen ’evrensel’ ve ’hantal’ çözümlerin bölge halkının dertlerine derman olmasını beklemek fazlasıyla iyimser ve hatta hayalci olur.

Şimdi ne olacak o zaman?

Tüm bunlara karşın şunu akılda tutmak şart: Şu ya da bu nedenle, şu ya da bu şekilde olsa da Bilge köyünde vahim bir katliam yaşandı! Şimdi ne olacak o zaman?

Şimdi ne olacak sorusu beni yetim ve öksüz kalmış çocukların barındığı büyük çadırın önüne bırakıyor. O ana kadarki kısmi serinkanlılığımı daha fazla koruyamayacağımı farkediyorum. Sorular beynime üşüşüyor: Bu yetim ve öksüz çocukların geleceği hangi eşikte bekliyor? Mardin valiliğinin açtığı çadırlara sığınmış olan bu çocuklar hepimizin çocukları ise onları geleceğin içine nasıl teslim edeceğiz? Basın mensupları çekildikten, travma çadırları söküldükten, toprağa karışanlar toprağa karıştıklarıyla kaldıktan, bakanlar bakmayanlar Bilge köyünü hatırlarından çıkardıktan sonra neler olacak?

Bu sorularla arkamda bırakıyorum ıssız mekanı. İçinden bir tek canlının dahi kurtulmadığı sarı benizli bir evin önünden kır çiçekleri topluyorum. Avunduğumun farkındayım...

Panikle yoğrulmuş bir kaçış

Çuvallardan dökülmüş biberler, bir çaydanlık, kirli bebek bezleri, kovalar, vidalar, düğmeler... Birbiriyle ilişkili, ilişkisiz bir çok şey panikle yoğrulmuş bir kaçışı anlatıyor.

Haberin Devamı