‘İç acı’

Haberin Devamı

Perihan Mağden’in T24’e verdiği bir röportajı okuyordum. Kendi seçtiği bir mecra ve gazeteciye düşüncelerini aktarışındaki iç ferahlığına özendim. Köşe yazmayı bırakmak konusunda verdiği kararın aslında onun adına doğru olduğunu gördüm. Köşe, adı üzerine yazanı bir noktaya sıkıştıran bir iç açı oldu nihayetinde. “Nasıl böyle düşünürsün, nasıl böyle yazarsın”a hizmet eden bir kafa değil onunki. İyi ki değil...

Fatih Vural’ın sorularına yanıt veren Mağden ilk bölümde son kitabı Yıldız Yaralanması ile ilgili konuşuyor. Sonra konu elbette 30 yıldır bitmeyen, bitirilmeyen meseleye geliyor. Kısa bir bölümü alıntılamak istiyorum:

***


“Kürt sorununa dair bir medya almanağı hazırlansa, başa konulacak maddelerden birisi de sizin ‘Teşvikiye Camii’nden şehit cenazesi kalkmadıkça, bu sorun çözülmez‘ cümleniz olur. Yanılacak mısınız?” diye soruyor.

“Kalkmadan bitecek! Ne Levent’ten, ne Teşvikiye’den, ne Ataköy’den! Kalkmadı, kalkmayacak. Bursa’dan orta sınıf mensubu iki çocuğun cenazesi geldi. Birisi bilgisayar mühendisiydi. Annesi, ‘Hakkımı helal etmiyorum’ dedi. O bile büyük bir tepki yarattı. Bir daha öyle bir cenaze kalkmadı. Bursa’dan döndüler, İstanbul camilerine varamadan. Aslında çok sınıfsal da bu yapılan. Mesela bence Kürt savaş baronlarının da çocukları ölmedi. Yani Beyaz Türkler’in ya da Genelkurmay sosyetesinin çocuklarından şehit olmaması kadar abuk sabuk bir şey olabilir mi? Hollanda Genelkurmay Başkanı’nın oğlu, tayini çıktıktan bir ay sonra Afganistan’da öldü. Demek ki orada bir torpil mekanizması işlemiyor. Demek ki sen piyonu sahaya sürüyorsun! Anadolu’daki yoksulun, çiftçinin, emekçinin çocuğunu savaşa sürüyorsun. Bundan daha gaddar bir şey olabilir mi? Romalılar yapmadı bunu! Savaşın sürdürülebilirliğinin sebebi de bu! Bence savaştan sonra, Almanlar’ın 2. Dünya Savaşı’ndan sonra günah çıkarması gibi, bu sürdürülebilirliği sorgulamamız lazım. Bu şart.

- Barış da mı sınıfsal olacak?

Savaşın kazananı olmayacağı gibi, belki barış da daha sınıflar üstü bir şeydir. Barış öyle güzel bir şey ki, ‘Aaa zenginlerin çocukları daha ölmedi!’ demeyeceğim. Hiçbir çocuk ölmesin. Ne zenginin çocuğu, ne fakirin çocuğu. Onun için barışta bunun hesabını soracak değilim! Ama o kadar çok çevreyi de samimi bulmuyorum ki! Mesela bir zamanlar gözbebeğiyken, daha sonra Kürtler tarafından da kara listeye alınmıştım.

- Sebebi neydi?

Barış Anneleri ile ilgili bir yazı yazmıştım ve sürekli ‘barış’ demelerinin samimiyetini sorgulamıştım. Mesela, Anadolu’da bir kadın ‘Bu gitti; ama bu yavrumu da alın askere’ dediyse; PKK sempatizanı bir anne de aynı şeyi söyledi. Annelerin de karşılıklı olarak bir barış dili yoktu. Bunu da sorguladım, Cihangir aydınlarının ‘Barış gelsin, barış gelsin’ deyip PKK’cılık oynamasını da sorguladım! Bu kadar nefret uyandırmamın bir nedeni de insanların bu samimiyetsizliğini sorgulamamdı.

- Samimiyet neredeydi?

Leyla Zana’nın yaptığındaydı. Samimi insan Leyla Zana’dır. Samimiyet, göründüğünde tanınan bir şey. Leyla Zana çıkıp ‘Bu sorunu Erdoğan çözer’ dedi. Hiçbir zaman tribüne oynamamış bir kadın. Artist değil. Gündemden düşmeyi bilen bir kadın. Köşesine çekilip yıllarca susabilen bir kadın. Ancak çok mecbur olunca ortaya çıkıyor. Hakikaten hak ve özgürlük savaşçısı! Kendisinden nefret etmeleri pahasına, gerçekten çözümü sağlayabilecek iradeyi ortaya koyma cesaretini gösterdi. Leyla Zana bunu her zaman yapmış bir kadın.”

***


Aslında hayli uzun bir söyleşi... Samimiyet meselesine bakışına bütün kalbimle katıldığım için bu bölümü sizinle paylaşmak istedim. Perihan Mağden’in “İstanbul camileri“ cümlesine küçük bir itirazım var lakin... Bu güzel çocukların cenazeleri İstanbul camilerinden de kalktı elbette. Hep yoksul mahallelerden, evlerden. İstanbul saymadığımız uzak semtlerin sokaklarından geçti... Türk ve Kürt olanın yoksulu ödüyor yıllardır bedeli. Dünyanın her yerinde yoksul adam bağırarak anlatıyor derdini. Duymuyor çünkü kimse.

Vaktiyle İstanbul’da şehit aileleri derneğinde tanıdığım anneler, eşler, kardeşler oldu. Sesi kısılmıştı çoğunun.. Birkaç yıl önce cenazesinden kırk gün sonra ailesini evlerinde ziyaret ettiğim şehit onbaşı Onur Ayaydın’ın babasını anımsıyorum.

Onur’un terhisine 52 gün vardı çatışmada öldüğünde. Dönüş uçak bileti ucuz olsun diye erken almıştı babası. Bilet elinde bana bakıyordu. “Bu ülkede insanlar rahat uyusun diye öldü benim oğlum.. Bu ölümün bir anlamı var değil mi?” demişti...

Onur 19 yaşındaydı...

Çatışmada karşısındaki kaç yaşında bir çocuktu acaba?

DİĞER YENİ YAZILAR