Fotoğraf

Haberin Devamı

Kiminin eli cebinde olur. Kimi kollarını kavuşturur. Üçerli beşerli gruplar halinde sohbet ederler. Kara güneş gözlüklerinin ardından etrafı süzer kimileri. Gülüşenler, bu cenazenin bir buluşma fırsatı olduğunu hazin bir şekilde fark edenler, saatlerine bakanlar... Herkesin yakasında o cami avlusunda buluşmalarına sebep olan kişinin siyah beyaz bir fotoğrafı asılı olur... Altında ismi, doğum ve ölüm tarihi yazar... Bir toplu iğne ile yakaya tutuşturulmuştur...

Her defasında işte o fotoğraf çekilirken rahmetli olan kişinin neler yaşadığını, o gün nasıl bir ruh hâli içinde olduğunu düşünürüm...

O pozu verirken bunun kendisinin son yolculuğunda kullanılacak fotoğraf olduğunu ve bu bakışının aslında zihinlerde kalacak son bakışı olacağı söylense nasıl bakar ki insan objektife?

Delirmiş olmalıyım değil mi? (Evet, bir delilik hâlinde atamıyorum bu düşünceyi kafamdan...) Bu tuhaf karanlık düşüncelerimle, neşeli olanlar yuvarlanıp gidiyorlar işte bir arada...

***


Geçtiğimiz hafta sonu kızımla kendimize “kusursuz cumartesi” planı yaptık. Dört müze seçtik. Müzelerin arasında yiyeceğimiz yemekleri, uğrayacağımız sokakları ve dinlenme noktalarını tespit ettik. Akşam izleyeceğimiz filmleri de bulduk. Sonra yola koyulduk.

Pera Müzesi’nde Osman Hamdi Bey‘i yakından tanıdı kızım. Kaplumbağa Terbiyecisi‘ne gözlerini kocaman kocaman açıp bakarken bir yandan da Osman Hamdi Bey’in müzecilik ve arkeoloji konusunda neler yaptığını soruyordu bana. Buyrun! Serginin başındaki aydınlatıcı bilgileri birlikte okuduk ama çağın çocuğuna yetmiyor ki... “Eeee??” diyor... “Neler yapmış yani, çok önemli şeyler yapmış dediğiniz nedir?” Ortalama laflarla ortada top çevirdikten sonra (ve elbette ‘Allahım çok iyi öğreneceğim Osman Hamdi Bey’in geçmişini’ sözünü verdikten sonra) Türvak Sinema ve Tiyatro Müzesi‘ne doğru yola çıktık.

***


Cumartesi günü Beyoğlu’nda insan tsunamisi vardı. Çok şükür kıyıya vurduk ve Türvak binasına ulaştık. Benim kız çıldırdı tabii.. “İşte anne ben bundan istiyorum, bana bundan almalısın” diyerek üzerine atladığı şey neydi dersiniz? Muhsin Ertuğrul’un masasındaki eski model Remington daktilo!

“N’apıcan evladım sen bunu” dedim.

“Senaryo yazacağım anne bununla, asıl bu önemli” dedi.

“E, ben de yazıyorum, yaz kızım bilgisayarda” diye cevap verdim.

“Hayır anne o sayılmaz. Gerçek yazarlar bununla yazıyorlar, daktiloyla” dedi bana burun kıvırarak... Sonra hayranlıkla siyah beyaz afişlerin, kameraların, merceklerin, fotoğrafların, kostümlerin olduğu odalarda kayboldu... Arada bir çılgınca çığlıklar atıyordu...

“Anneeeee vay beeee, baksana şuna! Bu adamlar ölmemiş hâlâ televizyondalar, ben bile tanıyorum bunları...”

Anlatmaya çalışıyordum, kimisi çok eski, kimisi çok yeni projeler... Türker İnanoğlu ülkemizin yaşayan en önemli yapımcılarından biridir ve bu müze onun kişisel çabasıyla açılmıştır diye...Sonra Cahide Sonku’yla ve öyküsüyle tanıştı... Tahmin edebileceğiniz gibi çok etkilendi... Merdivenlerden inerken hâlâ soruyordu: “Gerçekten yapayalnız mı öldü anne?”

***


Müzenin her tarafında ülkemizdeki genç yaşlı hemen hemen tüm oyuncuların fotoğrafları vardı. “Anne keşke senin de fotoğrafın olsaydı burada” dediği anda karşısında benim fotoğrafımı gördü... Ben de gördüm...

İkimiz de öyle bir sevindik ki... Telefonumuzla hemen hatırasını ölümsüzleştirelim dedik... El ele müzeden çıktık... Kızım bıcır bıcır anlatıyordu. “Acaba benim de bir gün bu müzeye fotoğrafımı koyarlar mı anne?”

O anda müzedeki fotoğrafımın on yıl önce Vatan Gazetesi’ndeki köşem için çekilen fotograf olduğunu düşündüm... Bana sürpriz oldu... Bilseydim, müzeye konacak bir fotoğraf gerek, objektife nasıl bakardım acaba?

Gördüm, sezdim gibi.

Avluda toplanmış insanlar... Yakalarındaki fotoğraf bu olacakmış gibi geldi bana... Hiç habersiz, yarından umutlu, gözlerinin içi gülen...

DİĞER YENİ YAZILAR