Herhangi biri olarak...

Haberin Devamı

Köşemin adını birkaç yıl önce yine değiştirmiştim. O vakit babam, bağlılıkla takipçi olan okurlarım ve gazetecilik denince önünde başımı eğecek kadar çok sevdiğim, inandığım Can Dündar beni uyarmış, bunun bir hata olduğunu söylemişlerdi... Asıl mesele her ne olursa olsun, güzel bir cümlenin sahibi, bayraktarı olabilmek diyorlardı. Hak verdim. Bir babam bir de kıymetli Can, seneler içinde “yazdıklarımla, basında yaptıklarımla” beni onaylasınlar istediğim iki kişi olmuşlardır. Fakat yeterince güçlü duramadım tek ayak üstünde. Basına girdiğim ilk yıllarda ve uzunca bir süre bana yapılan ve hiçbir kadın gazetecinin ses çıkarmadığı ve hatta alttan alta “oh iyi oluyor buna” diye düşündüklerini sandığım cinsiyetçi saldırıları anımsıyorum...

Engin Ardıç’ın bitmez tükenmez “mavraları” ve kadınlı erkekli diğerlerinin yazılarımı, anneliğimi, zekâmı, yeteneğimi, kadınlığımı sorgulayan, aşağılayan yazılarına-yorumlarına kimsenin gıkı çıkmıyordu. Kontrolüm dışında paçama bir magazin tenekesi bağlandığında Pakize Suda bile eşlik ediyordu “salaklığımın” tescillenmesine...

Bugün “Basında Defne Devrimi”nin baş ismi Vivet Kanetti bile son derece kibirli bir tavırla anıyordu adımı! Hülya Avşar’la yaptığım bir röportajı küçümserken gayet erkeksiydi kullandığı dil!!! Bir köşe yazarı da çıkıp “ne oluyor orada” demiyordu... Kimseyi memnun edebilecek bir gazetecilik hırsı taşıyamadım içimde. Gazeteci olamadım yani. Olmak istemedim...

***


Yazı yazmak için kimseden izin alacak değilim elbette ama 2000’in başında beklenmedik bir biçimde gelen yazı şöhretim nedeniyle her yazdığımı küçümseyen bir tayfa yüzünden kendime ettiklerime inanamıyorum şimdi... Sabah Gazetesi’nin o zamanki editörü kimdi hatırlamıyorum ama benim bir edebiyatçı olmadığıma okurlarını ikna etmek için kocaman sayfalar ayırıp, Adalet Ağaoğlu ve Enis Batur gibi isimlere sormuş onlardan da “O kim, ben tanımıyorum” filan fıstık benzeri cümleleri almış, kendilerince şahane başlıklar atmışlardı. Kendime hiçbir zaman ama hiçbir zaman edebiyatçı dememiştim oysa! O korkunç “vurun kahpeye” yıllarından sonra kafama gözüme yediğim onca taşın ardından günümüz edebiyat gardiyanlarına karşı büyük bir nefret oluştu içimde. Olacağım varsa da edebiyatçı filan olamadım. Olmak da istemedim...

***


Oyunculuk çok küçük yaşta olmak istediğim her şeyin karşılığıydı ve uğruna ciddi savaşlar verdiğim, temel eğitimini aldığım aşkla bağlı olduğum bir işti. Oyuncu olmak isteyen her kız çocuğu gibi ben de sınavda Anton Çehov’un Martı’sındaki Nina’yı canlandırmış ama sınavı Güngör Dilmen’in Kurban oyunundaki Zehra rolüyle almıştım... Okula girdiğim vakit, profesör Nurhan Karadağ’dan o performansım üzerine aldığım “aferin” o gün bugündür tazecik duruyor kalbimde...(Arada bir açıp bakarım.)

Şeriat ya da ataerkil düzenin erkeğe tanıdığı çok eşlilik ayrıcalığından yola çıkarak, o düzenin adaletsizliğini, iki yüzlülüğünü sergileyen, böylesi bir düzenin yıkılması gerekliliğini vurgulayan oyun içinde de anlatılan Hazreti İbrahim’in oğlunu kurban etme masalına bir gönderme de vardır aslında... Kurban’daki Zehra erkek egemen bir topluma, üzerine kuma getiren kocasına ve törelere başkaldıran öfkesi, kırgınlığı, isyanı aklını ele geçiren güçlü bir karakterdir... Yeni gelini eve almaktansa kocasının yetinemediği eski mutlu hayatını yok ederek ona yeni bir cehennem bırakmayı tercih eder ve çocuklarını öldürür. Oyunculuk yaşamım Zehra ile başlayan ve en son bir televizyon dizisinde canlandırdığım “Eda” karakteri arasında zaman zaman gidip geldiğim bir baba evi oldu. Bu ülkenin dediği dedik oyuncularından biri de olamadım. Olmak istemedim belki de...

Oyuncular camiasından biri değilim yani. Çoğuyla bire bir tanışıklığım yoktur. Edebiyat-yazı dünyasının masalarında da oturmadım pek... Onlardan biri de değilim yani. Gazeteciler derseniz... Eh, baştan söyledim zaten, o köyün nüfus sayımında, ikamet ettiğim evin konuk sakini gibiyim yıllardır... Şikâyetçi de değilim artık...

***


Şimdi...

Gazete okuyan, televizyon izleyen, tiyatroya giden, roman okuyan, oy veren ve çocuk yetiştiren her “sade” ve “sıradan” vatandaş gibi ben de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile aynı fikirdeyim:

“Yargının, hâkim ve savcıların işine karışmam söz konusu olamaz. Ancak olup bitenleri takip ettiğimde intibaım şu ki; kamu vicdanında kabul görmeyen bazı gelişmeler oluyor. Bu hal, Türkiye’nin geldiği ve herkes tarafından takdir edilen görüntüsünü gölgelemektedir. Bundan kaygı duyuyorum. Savcılardan ve mahkemelerden sorumluluklarını yerine getirirken daha titiz davranmalarını; insanların ve kurumların onur ve hukuklarının zedelenmesine yol açmayacak şekilde davranmalarını beklemekteyim.”

Ben ondan farklı olarak Tijen Mergen Ergenekon örgütü üyesi olmakla suçlanıp evinden alındığı günden beri kaygılıyım...

***


Mehmet Günsür gibi bakmak...

Arkadaşım telefonuma mesaj atmış. “Kocası Mehmet Günsür gibi bakamayan kadınlar derneği kuruyoruz” diye. Ben de cevap yazdım: “Benim kocam yok. Aidat maidat ödemem!” O da yanıtımı yanıtsız bırakmadı elbette: “Amaaaan büyük etkinlik yapmayacağız zaten. Toplanıp kısır yer adamı konuşuruz.”

Sıcak bakışlı bir adamı konuşmak bile yetiyor bazı “çooook uzun evlilere.”

Kadın erkek fark etmez güzel bakan insanı kim sevmez, hele ki Mehmet Günsür güldüğünde kimin yüzü gülmez?

Bugünlerde Müslüm Gürses’in söylediği şarkıları atlayarak “Aşk Tesadüfleri Sever” filminin müziklerini dinliyorum. Şebnem Ferah şarkı söylerken sanki bir volkan patlıyor ve oradan akan lavlar yakıyor insanı... Şebnem şarkı söylerken insanın içindeki yaratma gücüne su veriyor sanki... Bugünlerde ben İstanbul’dan uzakta bir yerde Şebnem gibi seslerden yüreğimi sulayarak yeni şeyler yazıyor, okuyor, hazırlıyorum...

Mehmet Günsür gibi bakan adamları sinemada sevmek gibisi yoktur. Moralinizi bozmak gibi olmasın ama Mehmet gibi bakan adamlar sadece beyaz perdede olur! Bence dernek kurun. Kısır yer, güzel bakan adamlar listesini yaparız... Hayat da böyle geçer gider... Dermişim!!

***


Cennet Mekân...

Bir sorun derinleştikçe içine girip, girdabında kaybolmaktansa... O sorunla yanlış kelimeler seçip, acı cümleler kurmaktansa, sorunların spiraline takılmaktansa... Gitmek gerek. Sorundan kaçmak değil ama... Soruna uzaktan bakabilmek için... Ben gitmeyi geç öğrendim. Şu anda şu gördüğünüz fotoğraf var ya... Yağmur yağıyor. Yazımı bitirip yürüyüşe çıkacağım. iPod’um kulağımda, karışık şarkılar dinleyerek kafamı düzenleyeceğim. Bir şey oldu sanki... Bir şey... Tarifini yazıyorum şimdi. Zor uyuyorum. Ama uyandığımda rüyamda da devam eden o tarif yüzümü güldürüyor...

Twitter’da bir yorum yapmış bir hanım: “Ben yıllar önce bakalım bu başlığı ne zaman değiştirecek, hayatı ne zaman anlayacak diye düşünmüştüm. Anlamamanızı dilerdim.”

Kırk yaşında bir insana “hayatı henüz anlamış” biri yorumu yapılması mutlaka iyi niyetli ama sizce de biraz “safça” değil mi? İsterseniz bir kadın Türkiye’de hayatı kaç yaşında anlamaya başlar ve neye nasıl direnir, haftaya bırakalım bu konuyu...

Bir başka hanım da “Çok iyi ama bol bol imtihan halinde olan insanlardan birisiniz sadece. Biraz daha sabır.. geçecek” demiş... Tam da buraya geliş nedenim üzerine, tam da yakın bir dostumun “senin de imtihanın böyle geçecek bir ömür, yıldız haritan böyle söylüyor” demesinden sonra... Bir ömür imtihanla geçer mi? Eh, bunun yanıtı da haftaya kalsın...

Ben nerdeyim peki? Cep telefonumdan editörüme gönderdiğim bu güzel kare hangi pencereden? Ben burada ne yapıyorum? Benden başka nasıl insanlar var? Amaçları ne? Bence bu da haftaya kalsın...

Bu arada ben tekrar twitter’a döndüm. Bu sefer “İclal_aydin” olarak...

“Hayatı henüz anlamış” diyor bana... Allah iyiliğinizi versin ne diyeyim...

***


Başka bir medya hakkımız

Bu okuyacağınız yazı “defnedevrim.com” sitesinden... Bana ait değil...

Her şey değişirken, niçin basın kıpırdamıyor? Niçin hep aynı infazları, ezberleri, dil tiklerini, aşağılamaları, kavram yoksunluğunu ve bir modernist feodalizmi inatla her nesilde önümüze sürüyor? Niçin demokratikleşemiyor? Basın, toplumun ve dünyanın hep gerisinde, bizleri hırpalama hakkını kimden ve nereden alıyor?

Sosyal medya, her yerde olduğu gibi, ülkemizde de bir oksijen penceresi açtı ve farklı ufuklardan kişilere birlikte düşünüp hareket etme imkânı tanıdı. Bu kişi ve gruplar, Defne Joy Foster’ın ölümü ardından basında ayyuka çıkan erkek egemen, duyarlıksız, bireye saygısız söylemin bardağı taşıran son damla olduğu kanısındalar. Dipten yükselen bir arzu ve bilinçle, gazeteleri, televizyonları açtığımızda artık şunları duymak, görmek istemediğimize eminiz:

“Nataşalar... Hürremler...” “Sen gay misin, normal mi?” “Bu da tekneyle gelen arkadaşlardan mı?” “Dink dank etmedi mi?”“Mayın demokrasiyse, yumruk niye faşizm?” “Türbanlılar Papermoon’da!” “Tekvandoda misyoner tuzağı” “Bir kadına ofsaytı anlatmak...” “Ermeni kırması Kürtçü” “Su testisi su yolunda kırılır!” “Hayattan elendi” “Hastalığa karşı verdiği mücadelede yenik düştü” “Erkeklerin gözdesiydi, şimdi o da yaşlandı!” “Selülitlerini gizlemek için verdiği mücadeleyi kaybetti”

Hayatın hiçbir alanını boş bırakmayan bu hoyrat dile son! Özel hayatlara saygının hiçe sayılmasına son! Gazete köşelerinin yüzde doksanının erkeklerce işgal edilmesine son! Kadınların Pygmalion’larca belirlenmiş rollere sıkıştırılmasına son!

Medyadaki tüm ayrımcı, cinsiyetçi, homofobik ve ırkçı yaklaşımlar ortadan kalksın; değişime ayak uydurmak istemeyenler çekilsin!

Bir haftadır bu taleplerimize Defne Devrimi adını veriyor, tweet’lerimizin sonuna “#defnejoy” yazıyoruz. Sayımız şimdiden binlere ulaştı. İmzalarımızla daha da çoğalabiliriz.

Başka bir medya hakkımız, bu hakkı birlikte alacağız!*

***


Eğer yukarıdaki metin kalbinizden geçenlere denk düşüyorsa lütfen siz de www.defnedevrimi.com adresine girerek adınızı bu isteğin altına koyun... Ben hayatını gazeteden kazanan biri olarak değil, sadece gazete okuyan biri olarak bu imzayı attım... Siz de atın... Belki gerçekten bir anlamı olur...

Aşk tesdüfleri sever filminde Belçim Bilgin Mehmet Günsür’e soruyor ya: “Olabilir mi?”

Mehmet cevap veriyor: “Olamaz mı?”

Sahi ya olamaz mı??

DİĞER YENİ YAZILAR