İclal Aydın'la hayatın içinden

Haberin Devamı

YAŞAM ARSIZI

Hayat Ağacı’nın yapımcısı Oya “Size DVD gönderiyorum. Hazırlıklı olun, izlerken canınız çok acıyabilir” dedi.
Belgeseller yürek yakan gerçekler de taşırlar ama sonuçta anlatım dilleri her zaman onikiden vuracak kadar başarılı olmaz, bilirsiniz...

Yasemin Alkaya iki saate yakın süren bu hikayeyi öyle bir aktarmış ki izlerken kıpırdayamadım bile...

Yaşam Arsızı mutlaka izlemenizi istediğim bir sinema filmi olmuş aslında.
Müthiş...

Funda ve Aysun’un ablalarına “Samimi ol, yaz başında gel, bizi al buradan” dedikleri o karlı sabaha gitmemeniz mümkün değil...

Elif’in “Bıraktım onları sokağa... Çaresizdim.. Kardeşlerimi sokağa bıraktım evet...” dediği o gece Yasemin’e bakarak üflediği o sigara dumanının sizin gözlerinizi de yakmaması mümkün değil...
Elif’in kızının o pırıl pırıl kahkahası ve oğlunun masumiyetinde saklı gelecek endişesini anlamamak mümkün değil...

İşte bazen mümkün değil dediğiniz şeyler mümkün olabiliyor ya hayatta...
Ankara...

1970’li yıllar...

Aynı apartmada oturan iki aile...
Babalar hem siyasi hem kültürel olarak birbirine yakın olan iki arkadaş. Kızları da geleceğe sanat ve bilim için yetiştirilen küçük, neşeli, kaygısız çocuklar... Yasemin konservatuarda bale okuyor. Elif’in büyük hayalleri var. Füsun kesinlikle bilgisayar mühendisi olacak. Tek hefedi ODTÜ’ye girmek... Aysun daha küçük...

Ankara’nın en güzel sokaklarından birinde başlayan bu hazin öykü ne yazık ki Ankara pavyonlarından birinde bitiyor...
Bitiyor mu? Yo hayır... Belki de aslında yeni başlıyor...
Elif, babasının yazdığı tarih kitabını elinde tutarken sarı bir perukla türkü söyleyen o kadının hikayesini öyle bir anlatıyor ki...

İzleyin.. Bu belgesel öyküyü mutlaka izleyin... Yaşam Arsızı satışa çıktı...

*****

‘Şimdi arsız arsız yaşamaya devam ediyorum’

Ailece çıktıkları tatil yolunda tam hayallerinin peşinde rüyalara daldıkları sırada anne ve babalarını kaybetmiş üç kız kardeş onlar: Elif, Füsun, Aysun... Şizofren iki kardeşi ve parçalanmış hayatlarına biraz mahcup biraz da boşvermiş bakan Elif “Ben şimdi arsız arsız yaşamaya devam ediyorum” diyor

Hiçbirimiz hikayemizin nereye gideceğini bilmiyoruz... Aşağı yukarı bir hayalimiz, bir beklentimiz olsa da başladığımız noktadan çok daha uzağa düşer mi, daha kötü olur mu aklımıza bile getirmek istemiyoruz.. Ben en azından en basit cümleyle bunu itiraf edebilirim: Evet, bunlar hep başkalarının hikayesidir diye bakıyorum... Ama hayat bir nefes işte, aldın verdin bitti...

Elif, Füsun ve Aysun üç kız kardeşler...
Öyküleri her orta sınıf ailede olduğu gibi güzel ve korunaklı bir evde başlıyor. Anne babalarının ufak tefek atışmaları olsa da bunların çoğu çözülebilir sorunlar olarak görünüyor...

Baba ve anne arasında çıkan son kavgada evin büyük kızı olan Elif “Bırak anne, babam gitsin” diyor. Anne güceniyor kızına. “Babandan yana tavır koyuyorsun” diyor... Anne güzel kadın, baba yakışıklı adam... Kuzen olmalarına rağmen evlenmişler... Bir akraba evliliği...

Bir süre sonra...

Tatile çıkıyorlar. Anneyle baba bir tarafta oturuyor, Elif ve iki kardeşi bir tarafta.. Yolda uyuyorlar...
Uyandıklarında paramparça bir otobüsün içinde üçü dışında kimsenin yaşamadığını görüyorlar. Burunları bile kanamamış üstelik... Her tarafa dağılmış cesetler, cam kırıkları içinde anne babalarını arıyorlar... Anneleri çok uzakta yol üzerinde yatan yeşil bluzlu bir kadın olarak kalmış hafızasında Elif’in. O babasını ararken kardeşleri annelerinin parçalanmış bedenini görüyorlar...
Ve yaşamları bu kazadan itibaren bambaşka bir yöne kıvrılıyor...

Çırılçıplak soyunuyorlardı...

Yasemin ve Elif’le sohbet ediyoruz... Elif’in boşvermişlikle mahcubiyet arasındaki bakışları endişe dolu aslında. Dökülmüş bir hayatın yine de derli toplu kalması gereken bir parçası için kaygılandığını tahmin ediyorum. Başka bir şehirde yaşayan iki çocuğu var. Kızı liseyi bitirmiş. Oğlu ortaokulda.. İzlerseniz, göreceksiniz birbirine tutunmuş o iki çocuğu... Kardeşine ablalık yapan o güzel, aklı başında, küçük kadını... Yılmaz Güney hayranı o küçük adamın sevimli suratını...

“Aileni kaybettikten ne kadar sonra başladı sizi bugüne getiren hastalıklar” dedim...

“Ben liseyi bitirmiştim. Maliyede çalışmaya başlamıştım. Füsun tek tercih yapmıştı. ODTÜ bilgisayar diyordu başka bir şey demiyordu. Kimseyle konuşmazdı. Dinlediği müzikler, okuduğu kitaplar çok farklıydı. O mahalleyi, o insanları kabul etmezdi. Kazanamadı.. Çok ağır geldi ona bu başarısızlık. Sanıyorum hastalığın açığa çıkmasına sebep olan tetikleyici bu oldu... Deli gibi sigara içmeye başladı. İkisi de çok sigara içiyorlar ve sigaraları masaların, sehpaların üzerinde dikine bırakıyorlardı. Evde bir yangın çıkacak diye korkuyordum. Tek endişem buydu. Ben alışmıştım onların bu haline. Ben işteyken başlarına bir iş gelirse diye endişeleniyordum. Bir gün çırılçıplak soyunup sokağa çıkmışlar. Komşular toparlayıp içeri almışlar. Bana bu çocukları doktora götürmen lazım, bunlar düpedüz deli artık diyorlardı. Aldım götürdüm. İkisine de aynı tanı konuldu. Şizofren dendi... Numune hastanesine yatırdım. Üç gün sonra yanlarına gittiğimde gözlerime inanamadım. Ben saçları beline kadar bir Füsun bırakmıştım. Kaliteli bir akıl hastasıydı benim kardeşim, ben alışıktım onlara... Karşımdaki zavallı, aciz saçları traş edilmiş, elektro şok verilmiş gözleri boş bakan beni tanımayan biriydi. Kardeşime ne yaptınız dedim ama artık çok geçti...”

‘Kardeşlerimi sokağa bıraktım’

Hikayenin bir yerinde bir Mehmet giriyor devreye... O Mehmet’in yaptıklarını belgeseli izlerken görün istiyorum...

Şimdi yine Elif anlatsın...

“Ben başka bir ülkede yaşasaydım mesela İsviçre’de mesela Almanya’da, devlet benim peşime düşer bakamadığım iki şizofren kardeşimi ve küçücük iki çocuğumu benden alırdı. Ben devlete yalvarıyordum ama gittiğim her hastanenin kapısı yüzüme kapanıyordu. Hiç unutmuyorum Adana’da ‘Bunlar senin başından atabileceğin çöp değil, bakacakasın kardeşlerine’ diye azarlanmıştım... Para yok, pul yok... İntihar etmeyi düşünüyordum. Üçümüz de ölelim bu sefalet bitsin diyordum. Ama iki çocuğuma kim bakacak, onlar ne olacaktı? Sonunda seçim yapmak zorunda kaldım... İki çocuğum seçtim. Kardeşlerimi sokağa bıraktım...”
Üçbuçuk yıl sokaklarda yaşamış Füsun ve Aysun...
Zaman kavramları ve sayısal değerleri unutmamışlar. Sorulduğu zaman bir çocuk saflığında anlatıyorlar. Belgeselde Yasemin Alkaya “Neler oldu sokakta” diye sorduğunda yaşadıklarını sakin sakin sıralıyorlar. Parkta yattıkları bir gece birbirlerini kaybetmişler. Çok korkmuş Füsun. Sonra bulmuş kardeşini. Sarılmışlar birbirlerine. Çok soğukmuş hava. Yemek vermiş bir adamlar. Kötü şeyler yapmışlar...

Onlar anlatırken ince ince ağlıyor Elif....
Ağlayan Elif’e dönüp “Ablam bizi almaya geldi ablam, canım ablam” diyor Aysun... Ellerini öpüyor, sarılıyor ablasına. Sık sık “Ne güzelsin ablacım, Sibel Can gibisin ablacım, sen ne güzelsin aynı Sibel Can’sın” diyor ve bir şarkı söylemeye başlıyor hemen...


Bildiğin bir pavyon var mı?

Peki Elif pavyonda çalışmaya nasıl başlıyor?
Çok çaresiz ve aç oldukları bir gece, çocukları evde bırakıp, nereye gideceğini bilemeden yanına Füsun ve Aysun’u da alarak taksiye biniyor Elif... Şöföre bir süre bakıyor ve o anda kararını veriyor. “Sen bilirsin, iyi bir pavyon var mı?” diye soruyor. Yanında kardeşleri giriyor kapıdan içeri ve anlatıyor. “Bunlara ve iki çocuğa bakmak zorundayım” diyor. Önce çorba içiyorlar, sonra iş veriyorlar... Yasemin Alkaya hem pavyonu hem bakım evini o kadar güzel çekmiş anlatmış ki, hikayenin içinde o gerçek mekanlarda kayboluyorsunuz. Sanki kamera yok, sanki sesçiler yok... Duvarların içine gizlenmiş gözler anlatıyor sanki her şeyi...

Füsun ve Aysun’un bakımevinin oturma salonunda zamanın geçmesini beklerken dalan gözleri önce Yasemin’in sonra Elif’in gelmesiyle nasıl değişiyor görseniz...
“...ve şimdi ben bütün bu olanlara rağmen arsız arsız yaşamaya devam ediyorum” diyor Elif kederle...
Yaşamaya devam etmek...

Yürek ister... Bilek ister...
Elif’de hakkıyla var bu ikisinden de. Yargılamak kolay iştir. Mesele onun ayakkabısını giyip yürüyebilmekte..

DİĞER YENİ YAZILAR