İclal Aydın'la ‘Hayatın içinden’

Haberin Devamı

Kapalıçarşı

Beyazıt kapısında buluşalım dedik... İstanbul adeta dünyanın en büyük hamamı gibiydi o gün. Arabamı bulabildiğim en yakın yere park ettiysem de Kapalıçarşı’ya ulaşabilmek için on dakika yürüdüm. Çarşıdan içeri girdiğimde koca gözlüklerinin altından hüngür hüngür ağlayan birine benziyordum. Allah sizi inandırsın gözlüğümü kaldırdığımda yanaklarımdan aşağı biriken ter foş diye aşağı boşaldı. Bu arada Kapalıçarşı esnafı sanki hiç öyle bir sıcak yokmuş, her şey gayet normalmiş gibi bağırıp, çağırmaya devam ediyor; kapıdan her geçeni malın en iyisinin kendisinde olduğuna ikna etmeye çalışıyordu.
Birazdan Kapalıçarşı’da kuyumculuk yapan Cevdet Can’la buluşacağız. “Gelince haber verin ben sizi aldırırım” demişti. Haber verdik. Başımı yerden kaldıramıyordum sıcaktan. Sadece insanların ayaklarını izliyordum. Yanımdan geçen ayaklar ne çok şey anlatıyorlardı...

***

Önce siyah suni deriden terlik giymiş siyah naylon çoraplı bir ayak geçiyor. Büyük ihtimalle bu kara etekler yukarıda kara çarşafla buluşuyor. Hemen arkasından mavi ojeli bir ayak geçiyor. Bu tombul bileklerin dizleri kesin bir jean şortla buluşuyor ve büyük ihtimalle bir Amerikalı’ya aitler. Bu birkenstock’lu koca ayak eğer bir Alman ya da Hollandalı’ya ait değilse ben de İclal değilim...
Kapalıçarşı’nın bu beton zemini yüzlerce yıllardır kim bilir kaç ulus, kaç kuşak, kaç deprem gördü...
Ben ayakları izlerken genç bir adam “Hoşgeldiniz, buyrun gidelim” dedi..

Bugün size 13 yaşında Kapalıçarşı’da çay taşıyarak hayatı sırtlayan genç bir adamın hikâyesini anlatacağım...
Bir baba-oğul çatışması..
Bir mucize...

Dürüstlüğün hâlâ geçer akçe olduğuna dair okunmaya değer bir öykü olduğunu düşünüyorum... İşte Cevdet Can...

Çaycılıktan kuyumculuğa bir Kapalıçarşı hikâyesi

Cevdet Can ilkokul çağında Kapalıçarşı’da çay taşıyarak hayata atılan, daha sonra zengin olanlardan biri. Babasının “Okuyacaksın” çağrısına karşı çıkan Can, soğukta depolarda nöbet tutmuş, yürüyerek işe gitmiş, dayak yemiş, para dolu çantanın sahibini bile bulmuş...

Dükkâna girdiğimizde Cevdet Can, Rus müşterileriyle ilgileniyordu. Öyle bir Rusça konuşuyordu ki kendimi İstanbul’da değil de Moskova’da sandım. Pazarlıklar, şakalar, çekişmeler, mırıltılar... Onbeş dakika kadar Rus müşterilerin alışverişlerinin bitmesini bekledik. Yaptıkları alışveriş gözlerimizi kamaştırdıysa da bir kenarda sesimizi çıkarmadan bekledik... Nihayet gittiler. Cevdet Can bizimle biraz şakalaştıktan sonra diğer dükkâna gidelim, orada daha iyi sohbet ederiz dedi.
Özel müşterileri için antika parçaları servis ettikleri diğer dükkânın üst katı Kapalıçarşı’nın eski muhallebicisiymiş bir zamanlar. Fotoğraf çekiminden sonra Cevdet bir ortaoyunu ustası gibi tatlı tatlı anlatmaya başladı...

Cevdet üç kardeşin en büyüğü... Ama nasıl yaramaz, nasıl haylaz... Okumuyor bir türlü. Babası çok baskı yapıyor, bağırıyor, çağırıyor ama nafile... Bir türlü Cevdet’i uslandıramıyor. “Okumayacaksan, çalıştırırım” seni diyor. O tarihlerde babası beş kardeşiyle birlikte ortak bir tüpgaz bayii işletiyor. Gece depolarda nöbet tutturuyor Cevdet’e. “Çok üşürdüm, ama babama inadımdan gık çıkarmazdım, Nuh der peygamber demezdim” diyor.

Macar kızın peşinden

Bir gün bir arkadaşıyla Sultanahmet’te dolaşırlarken turist kafileleri, satıcılar, kalabalık hoşuna gider Cevdet’in. “Keşke buraya gelsem her gün, Sultanahmet güzelmiş be abi” der arkadaşına...

Sonra bir tanıdık bulunur. Çırak olmak için bile mutlaka birinin garantör olması gerekmektedir.
“Sonunda bir kuyumcuda çırak olarak başladım çalışmaya. Para pul yok. Evimiz Merter’de, ben yürüyerek gidip geliyordum. Üç yıl dayak yedim biliyor musun. O zamanlar Arap turistler vardı. Of ne çekerdik onlardan. Hiç sevmiyordum onların arkasını toplamayı. Bir gün bir arkadaşım gel ek iş vereyim sana, turist kafilelerini gezdir dedi. Macaristan’dan gelirlerdi. Olur dedim. Başladım arkadaşımla turist gezdirmeye. Ama babamla aramız hiç iyi değil hâlâ... Ben o sırada Macar bir kıza âşık oldum mu? Hadi kızın peşinden Macaristan’a gittim. Giderken üç beş parça altın götürdüm. O altınları sattım. O tarihlerde Türkiye’de bulunmazdı, diş hekimlerinin kullandığı bir diş ilacı vardı onu aldım. Geldim sattığım ilaçlarla yeni altın aldım. Gide gele ufak ufak paramı büyütürken, Macarca’yı da öğrendim. Kızı seviyorum diye yerleştim Macaristan’a. Başladım ne iş bulsam yapmaya. Bir buçuk yıl geçti böyle... Bir sabah bir uyandım evde yirmi kişi var. Ve ben sadece üç tanesini tanıyorum. Baktım ki gidiş iyi bir gidiş değil, ben burada kalırsam kaybolurum ve babam sonunda haklı çıkar. O dakika karar verdim. Topladım eşyaları döndüm Türkiye’ye” diyor...
Cevdet’i dinlemek film izlemek gibi.. Sadece “Eee, sonra, peki ardından ne oldu?” diye merak cümleleri çıkıyor insanın ağzından...

Para dolu çanta

İstanbul’a döndükten sonra elbette yolu yine Kapalıçarşı’ya düşüyor. Onu tanıyan çok seven kuyumculardan biri “Gel yanımda çalış” diyor. Cevdet bu arada terfi eder tezgâhtar oluyor. Bu arada Arap ve Macar turist akını yerini yeni zengin Ruslar’a bırakır... Arnavutça ve Macarca bilen Cevdet bu durumda ivedilikle sular seller gibi çözer Rusça’yı... Sürekli sözlük okur, sohbet eder insanlarla. “Ulan okusan adam olacakmışsın” diyenlere “Görürüsünüz” der...

Bu arada bir Türk kızına âşık olur. Fakat kız üniversite öğrencisidir. Babası çok zengindir. Kız da Cevdet’i çok sever. Bir yıl sonra evlenmeye karar verirler. Aileler itiraz eder elbette.. Ama gönül ferman dinler mi? Kendi aralarında söz keserler. Ama bir süre sonra aşk eskidikçe sevgilisi de değişmeye başlar. Arabasının olmayışı, eğitimi, parasızlığı kızın gözüne batmaya başlar. Sürekli ezmektedir Cevdet’i... Çok üzülse de ayrılmaya gönlü dayanmamaktadır.

Çok iyi alışveriş yapan Rus müşterilerinden biri bir gün havaalanına giderken yanında büyük bir kalabalıkla dükkâna uğrar. Kızları ve eşi için alışveriş yapar. Çıkarken iki çanta unutur. Çantalardan biri dolar doludur. Cevdet çantayı kaptığı gibi taksiye atlar ve havaalanına yetişir. Adamın tarifeli uçakla uçacağını zannetmektedir. Hiçbir uçuşta bulamaz. Sonunda uçak şirketi sahibi zengin birini aradığını öğrenir. Çantayı teslim etmeyi başarır. Ancak adamın suratında hiçbir ifade yoktur. Teşekkür eder ve bahşiş bile vermeden gider. Taksi parasını da cebinden veren Cevdet’in morali çok bozulur... Ama iyi bir şey yaptığını bilmenin huzuruyla dükkâna döner...

Derdin ne senin

Cevdet anlatmaya devam ediyor: “Hem sevdiğim kızın yorumları hem babamın şikâyetleri iyiden iyiye bunaltmıştı beni. Derken bir gün kapıdan içeri aylar önce çantasını unutan adam girdi. Yine yüklüce alışveriş yaptı. Hizmeti ben verdim. Patron yemeğe götür mutlaka, müşteriyi bağla iyice bize dedi. Aldım gittim. Yemeğin sonuna doğru “Senin derdin ne” diye sordu bana. Bir kız seviyorum ama kız çok zengin. Bu iş olacak gibi değil. Beklentileri var ama nasıl karşılarım bilmiyorum dedim. Senin hikâyen benimkine çok benziyor. Benim de ilk eşim benden zengindi. Hayatın zindan olur sakın evlenme onunla dedi. Ben evlendim, çok mutsuz oldum. Boşandık. Sonra işler bir biçimde yoluna girdi. Bugün ondan da zengin bir adam oldum dedi. Sonra sevgilin neyi beğenmiyor sende diye sordu. Arabam yokmuş mesela dedim. İnanmayacakasın ama bana dedi ki, nedir senin için en iyi marka? Honda dedim. O zamanlar ölüyorum o araba için. Yemekten kalktık. Honda satış mağazasına gittik. Bana kırmızı bir Honda aldı. Sonra da al sana on bin dolar, kızı al tatile git, para bitince bana gel. Bir hafta içinde konuşacağız seninle dedi. Rüya gibi değil mi? Aldım kızı gittim tatile. Parayı harcadık bitirdik. Döndüm. Oteline gittim ben döndüm dedim. Sandım ki beni alacak bana iş teklif edecek. Karşısına aldı oturttu, şimdi bu kızı terk et dedi. Şaştım kaldım. Şimdi hemen terk edeceksin dedi. Paran olunca nasıl biri olduğunu gördü. Mesele seni parasızken de görebilmesiydi dedi. Valla dinledim sözünü. Ayrıldım kızdan. Hâlâ işle ilgili bir şey söyleyecek diye bekliyorum. Hadi görüşürüz dedi, bir şey söylemeden kalktı gitti. Bir daha hiç görmedim o adamı. Ulaşamadım. Gelmedi de. Ara ara aklıma düştü ama ulaşılmaz oldu...”
Cevdet’i ilgiyle dinliyordum. Bir gün bir arkadaşımın balkonunda “Hani Kapalıçarşı’da dokuz yaşında çay dağıtarak işe başlayan ve sonra zengin olan adamlar vardır ya onlardan biriyle konuşmak istiyorum” demiştim. Orada bulunan arkadaşlarımızdan biri “Sen Cevdet’i tanımalısın, aradığın hikaye o. Dünya komiği dünya iyisi bir adamdır. Dur arayalım ne yapıyormuş” demişti.

Cevdet Can’ı dişçide bulmuştuk. İkiletmedi arkadaşının ricasını. Kabul etti konuşmayı... Ama konuşurken anladım ki herkesle kolayca ilişki kuran Cevdet benimle sohbet ederken birden hikâyesinin basına yansıyacak olmasından, fotoğraf çekiminden huzursuz oldu.

Babaya büyük sürpriz

“Bu bireysel bir başarı değil, biliyorsun, biz burada büyük bir ekibiz. Ben de herkes gibi tırnakla çabaladım geldim. Sen şimdi benim hikâyemde ne buldun bilemedim” dedi...
“Sen bir bitir de anlatacağım” dedim...

Hızlıca toparladı... “Sonra görücü usulü bir evlilik nasip oldu. İki çocuğum var Allah bağışlarsa. O Rus adamdan sonra çok çalıştım ben. Primle çalışmaya başladım. Ev aldım, bankada para biriktirdim ama babamlara söylemedim. Düğün yapacaktık. Babam bana kendi başına ne yapabilirsin diye sordu. Ev alabilirim dedim. Almıştım oysa. Babam çok sevindi. İyi içini dışını ben döşerim dedi. Ama yapamadı. Bir aile içi ortaklık kavgasıyla babam hiçbir şeysiz kaldı ortada. Kusura bakma oğlum söz verdim ama sana verdiğim sözleri tutamayacağım dedi. Bir arabam bile yok be oğlum dedi, neredeyse ağlayacaktı. Baba dedim hangi markayı istiyordun sen? Ertesi sabah babamı kolundan tuttum, gittim arabasını aldım... Babam inanamadı... Sonra çocuklarım olunca daha iyi anladım... Hepimiz kendi yapamadığımızı çocuklarımız yapsın istiyoruz. O Rus adam da muhtemelen bunu istedi.. Kendinde beni gördü. Hayatımı üç adam şekillendirdi.. Babam, ilk arabamı alan Alex ve bugün birlikte çalıştığım Mete Boybeyi... Eee şimdi bugün hikâyenin nesi var ki yazılacak?”

Not defterimi toparlarken “Bu, bir baba oğul hikâyesi, bu bir yoktan var olma hikâyesi, bu bir neşeli hikâye, bu bir uçuk hikâye, bu sıradan hikâye, bu bir mucize... Bu bir Pazar günü herkesin okuyabileceği içimizden birinin sesi” dedim. Güldü..

Tam kapıdan çıkıyordum, son sorumu sordum: Mutlu musun?
Şaşkınlıkla baktı suratıma... “Mutlu olmamam için bir sebebim yok ki?”

Sonra ekledi... “Hamdolsun, şükürler olsun...

Ekonominin kalbi: Kapalıçarşı

İSTANBUL Nuruosmaniye, Mercan ve Beyazıt arasındaki Kapalıçarşı 64 cadde ve sokağı, iki bedesteni, 16 hanı, 22 kapısı ve yaklaşık 3 bin 600 dükkânı ile dünyanın en eski ve en büyük alışveriş merkezi olma özelliğini taşıyor. 45 bin metrekare alana yayılan çarşıda yaklaşık 20 bin kişi çalışıyor. Kapalıçarşı’nın kuruluş yılı Fatih Sultan Mehmet’in inşaatına başladığı 1461 olarak kabul ediliyor. Tarihçilere göre Topkapı Sarayı Osmanlı’nın beyni, Kapalıçarşı ise ekonominin kalbi olmuştur.

DİĞER YENİ YAZILAR