Hey Gidi Cerrahpaşa

Haberin Devamı

Yaklaşık sekiz yıl önce bir yakınımın ameliyatı için Cerrahpaşa Hastanesi’nde vakit geçirmiştik. Hastamızın başında sırayla bekliyorduk. Hastane bahçesi soluklandığımız, arada bir yürüyüş yaptığımız ve diğer hasta yakınları ile ahbaplık ettiğimiz kaçış noktası oluyordu. Hikayeler hikayelere karışıyor, herkes bir başka hasta yakınından dinledikleriyle kendine bir umut çıkarmaya çalışıyordu. Hastanede uzun kalan hasta yakınları artık kanıksamış oldukları hastane atmosferi içinde giderek kaygısız bir görünüm sergilerlerdi. Bazen tanıdık yüzlerden eksilenler olurdu.

“Taburcu olmuş” ya da

“Vefat etmiş” derlerdi.

Hasta yakını olmak, hasta olmak kadar zordur bilirsiniz. Bilmiyorsanız da biliniz istemem. O çok çetin süreçte sağlam bir ruh hali ve bedeni korumak giderek güçleşir. Özellikle onkoloji hastaneleri önünde rastlayacağınız hasta yakınlarının anlatacakları şey çoktur. Bu hafta yıllar sonra tekrar Cerrahpaşa Hastanesi’ne gittim. Öğleden sonra hastane bahçesinde hasta yakınları ve hastalarla sohbet ettim. Hepsi hatıra fotoğrafı çektirirken son derece neşeli olmalarına rağmen gazete için fotoğraf vermek istemediler. Israrcı da olmadım. Sonuçta hastalık bu...

Bugün size 24 yaşında mide kanseri olmuş Gülçin ve kardeşlerinden, hastalığının teşhisi yedi aydır anlaşılamayan tekstil işçisi Ercan ve eşinden ve annesinin ameliyatı sırasında yeni doğum yaptığı bebeğini hastane koridorlarında emziren Hale’den bahsedeceğim...

Hastalar yatakta, yakınları bahçede umut bekliyor

Yıllar sonra Cerrahpaşa Hastanesi’ne gittim... Hikayeleri ayrı, acıları aynı olan binlerce hasta ve hasta yakınlarından üçünü; mide kanseri olan Gülçin’i, teşhis konulamayan Ercan’ı ve annesi kemoterapi olurken bebeğini hastane koridorlarında emziren Hale’yi anlatacağım...

YILLAR önce bir arkadaş sofrasında oturuyorduk. Ev sahibimiz ülkemizin saygın ve çok tanınan psikiyatrlarından biriydi. Masanın etrafında birbirine vaktiyle düşmanlık beslemiş hatta araları hâlâ çok da iyi olmayan yazı dünyasının birkaç ismi vardı. Doktor, yemeğin bir yarısında “Size bir şey anlatmak istiyorum” dedi. Hepimiz merakla onu dinlemeye başladık...

“Uzmanlığımı seçtiğim ve Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde staj yaptığım ilk yıldı. Yanımda benim gibi genç bir hekim arkadaşım daha vardı. İçeride karşılaştığımız vakalar çok ağır geliyordu hepimize. Hastalarla uğraşıyorduk uğraşmasına ama biz de çok etkileniyorduk. Daha çok toyduk. Bir gün bir hasta bizi hayli yordu. Sakinleştirmekte çok güçlük çekiyorduk. Sonunda uyutmayı başardık. Sinirlerimiz çok bozuktu. Sigara içmek için hastane bahçesine çıktık. O sırada hastane bahçesindeki çimlerin üzerine serdikleri gazete kağıdına yiyecekleri koymuş piknik yapan hasta yakınlarını gördük. Yanımdaki arkadaşım ’Ohh keyfe bak, içeride hastalarınız inlesin siz burada piknik yapın’ dedi. Yaşlıca bir adam ağzında yumurta götürüyordu. Durdu, lokmasını indirdi, arkadaşıma gözünü dikti ve ’Piknik mi? Piknik diyorsan öyle olsun. Allah sana da burada aynen benim gibi piknik yapmayı nasip etsin’ dedi. İkimiz de kalakaldık. Aylardır evladını buraya yatırmış bir babaya yaptığımız haksızlığı fark ettik o anda. Alacağımız en ağır cevabı almıştık. Ve de en büyük dersi... Hasta yakınları da hekimliğimizin içinde bir parçaydı. O günden sonra hoşgörü, önyargı, hasta ve hasta yakını gibi konulardaki düşüncelerim çok değişti...” diyerek konuşmasını bitirdi. Mesaj masadaki diğer dargınlara gitmişti bile.

Bu hikayeyi hiç unutmadım

Annesini Cerrahpaşa’da kaybetmiş bir arkadaşım var, o türküyü dinleyemez bile. Babasını Cerrahpaşa’da bırakmış bir başka arkadaşım ise “Hastane Önünde İncir Ağacı” türküsünü her duyduğunda hastane penceresinden uzaklardaki gemilere bakarak ölümünü bekleyen babasını anımsar. Hastaneler “Allah düşürmesin, eksikliğini göstermesin” dediğimiz şifa yurtları...

Narin bedeninde tüple dolaşıyor...

Bu hafta hastane bahçesinde yemek yiyen, çay içen, çekirdek çitleyen, kol kola girmiş dolaşan, bekleyen hasta yakınlarının arasındaydım. Ben onlarla sohbet ederken önümden kollarını iki kadına dolamış gencecik ve çok zayıf bir genç kız geçti. Yürüyemiyordu. Artık sadece kemikleri kalmış o narin bedeni annesi taşıyordu adeta. 24 yaşındaki Gülçin yedi ay önce midesindeki ağrılardan şikayet etmeye başlamış. Doktora götürmüşler ama kız kardeşinin anlattığına göre anlaşılamamış bir türlü. Sonra siyah siyah kusmaya başlayınca getirmişler Cerrahpaşa’ya. Mide kanseriymiş. Ama gecikilmiş. “Bekleyeceğiz” demiş doktorlar. Boynuna takılı tüple dolaştırmaya çıkarmış annesi ve kız kardeşleri. Annesi “Gülçin bak, kim var burada” dedi. Beni görünce kocaman gülümsedi Gülçin. Konuşmaya mecali yoktu. Annesinin ve kız kardeşinin boynuna doladığı kolları incecik dallar gibiydi. Sohbetimizden sonra onlar odasına doğru yürürken arkadan Gülçin’in yaprak gibi ince ve kurumuş bedenine baktım. İçimden o kollar kadar cılız bir umutla dua ettim. Annesi tüm ağır hastaların anneleri gibi oldukça güçlü duruyordu. Güler yüzüyle meydan okuyordu sanki dünyaya... Onkoloji hastanelerindeki kadın refakatçilerin çoğunda aynı güçlü duruşu gözlemlersiniz. Kanatlarını açmış döne döne uçan kartallar gibi kovmaya çalışırlar ölümü...

Gasılhane’nin ardından ışıl ışıl deniz

Gasılhane yazısının arkasında görünen ışıl ışıl denizde gemiler var. Banklara ve tahta masalara oturmuş ziyaretçiler, hastalar, refakatçiler evden getirdikleri börekleri yiyor, çay içiyorlar. Hayat sanki çok normal akıyormuş gibi. Evet, uzaktan baksanız Emirgan’da bir çınar altında oturuyorlar bile sanabilirsiniz. Yüzlerindeki kaygı, içtikleri çay, ellerindeki kağıtlarla koşturmalarının tek nedeni hayatta kalma, kaldırma telaşı. Bir yaşam telaşı... Hastane bahçesinde birbirlerine moral verenler, ders çalıştıranlar, ekmek paylaşanlar, tecrübesini aktaranlarla dolu bir refakatçi dünyası var. Allah düşürmesin ama eksikliğini de göstermesin...

Sen kötü oldun mu hastan da kötüleşir

İki kız kardeşlermiş. Kendisinin doğumundan 10 gün önce kız kardeşi evlenmiş Hale’nin. Yeni bebek, yeni evlilik heyecanı yaşarken annelerinin test sonuçları kötü çıkmış. Apar topar hastaneye yatırmışlar. Kız kardeşinin kocası hatırlı biri olduğundan, rica minnet annelerinin tek kalabileceği bir oda ayarlanmış. Ameliyata gireceği sırada “Git bunları dışarıdan al” diye bir liste vermişler. Sargı bezi, ameliyat ipi, eldiven... Ama o kadar çok istemişler ki, listeyi görünce anlam verememişler. Devlet Hastanesi’nde biz niye ödüyoruz bunu diyerek itiraz etmek istemişler. Ama hastane bahçesindeki tecrübeli hasta yakınları “Senede bir kere ihaleye giriyorlar. Malzeme olmadığı için ameliyat mı etmesinler hastanı, git ne istiyorlarsa al” demişler. Öyle miktarda bir ip istemişler ki 24 hastayı tepeden tırnağa dikseler yine bitiremezler. Ama itiraz edemiyorsun. Bıçak parası diyorlar. Hani yasaktı diye soramıyorsun. “Annem ameliyattan çıktığında başında bir tane hastabakıcı vardı” diyen Hale şöyle anlatıyor: “Sedyeden yatağa kız kardeşimle ikimiz taşıdık annemi. Hastaneler böyle. İnsanlara iyi davranan var, azarlayan var. Zor... Kız kardeşimle nöbetleşe kalıyoruz yanında annemin. Benim süt saatlerim var. Küçücük bebeği buraya taşımak istemiyorum. Çıktıktan sonra radyoterapi uygulayacaklar anneme. Evde bebek var, etkilenir mi acaba? Diğer hasta yakınları etkilenir diyorlar ama... İnsana çok moral veriyor buradaki hasta yakınları. Annesi kemoterapi gören genç bir kadın tanımıştım. Aman en zor kısmı orası diyordu. Çok hastalanıyorlar, kusuyorlar. Çok güçlü, çok sabırlı olmak zorundasın. Senin gözünün içine bakarlar çünkü. Sen bir kötü oldun mu hastan da kötüleşir hemen. Hiç fırsat verme buna. Moralini hiç bozma dediler. İyi ki kardeşim varmış. Çarşafın ucundan birlikte tutup annemi yatağına taşırken şükrettim Allah’ıma. Benimle aynı şeyleri aynı derecede hissedebilecek bir kardeşimin olması ne büyük mucizeymiş aslında...”

Derman bir Çapa’ya, bir Cerrahpaşa’ya koşuyor...

Derman... Yedi aydır tekstil işçisi kocasının hastalığının bulunması için uğraşıyor. İki çocukları var. Eskiden kapıcılık yapıyorlarmış. Kocası 47 kiloya kadar düşmüş. Sonra büyük bir şirkette çaycılık yapmaya başlamış. Sonra bir fark etmişler ki altı ayı dolmadan Ercan’ı işten çıkarıyorlar sonra tekrar işe alıyorlar. Bir katakulli var yani... Yasal hakları, tazminat hakları, sigorta hakları ve bunlar için yapılacak ödemelerden yırtmanın yolunu böyle bulmuş şirket. Sonra tekstil işine girmiş. Derman çocuk bakıyormuş. Ama Ercan hasta olunca aileler istememişler. Belki de bulaşıcı bir şeydir, Derman’da da vardır diye. Ercan’ın sekiz yüz liralık maaşı ile geçiniyorlar. Ama ateşi düşmediği ve tam iyileşmediği için verimli çalışamıyormuş: “Her an işten çıkarabilirler. O zaman da sigortamızdan oluruz. Hepimiz ondan yararlanıyoruz. Yine de Allah devlete zeval vermesin. Sigortamız olmasa ne yapardık? Benim o kadar testleri yaptırabilmem mümkün değil. Bazen burada kan alıyorlar. Belli bir zamanı var. O zaman içinde Çapa’ya götürmem gerekiyor tahlil için. Taksi parası yok, ne yapacaksın, bir yere kadar otobüsle gidiyorum bir yerden sonra koşmaya başlıyorum. İyi beslenmesi lazım, kilo alması lazım ama nasıl? Geceleri çok terliyor. Ama Allah’a şükür kanser filan değilmiş. Çocukların okulu da var. Benim aklım ermiyor bazen. Bazen burada beklerken ders çalışıyorum onlara anlatmak için. Çay bahçesinde soruyorum tanıdıklara rastlarsam anlatıyorlar. Bir çocuklara koşuyorum bir babalarına. Bir Cerrahpaşa’ya koşuyorum bir Çapa’ya... Hep koşuyorum yani ablacım.”

DİĞER YENİ YAZILAR