Mutluluğun fotoğrafı

Haberin Devamı

“Yakup”un gürültüsü, beyaz ışıkları, garsonların koşturması, duvardaki resimler, sigara içmek için kapıya çıkanlar, açılıp kapanan kapı, giderek bütün kafamı sarıp sarmalayan uğultu... Gitmek istiyorum. Masadaki arkadaşlarıma eğilip “beni affetseniz, ilaçlar erken uyku getiriyor” diyorum. Tamam diyor hepsi anlayışla... Paltomu giyip çıkıyorum serin geceye...

Dış kapının yanındaki masada Okay Gönensin oturuyor arkadaşlarıyla. Hararetle bir şeyler anlatıyor Okay Abi... Tarihi bir fotoğrafa bakar gibi bakıyorum, kısacık bir an. “Şak” diye çekip atıyorum hafızama. O masalarda basın ve edebiyatın kaç kavgası yapıldı kim bilir... Hiç sesimi çıkarmadan geçip gidiyorum yanından.

Dışarısı nasıl kalabalık, taksiciler bağırışıyor, gençler kahkaha atıyorlar... Buzlu badem satıyor bir adam. İnce bir yağmur... Varla yok arası... Yerdeki Arnavut kaldırımı ıslak. Ama yağmur sigara tiryakilerini etkilememiş belli ki... Saçaklar altında büzüşmüş, tellendirmeye devam ediyorlar. “Şak” diye çekip atıyorum hafızama...

Köşeyi dönüyorum. Dar bir alana bir araba sokmaya çalışıyor bir değnekçi. Ece 9’un önünden geçerken içeri bir göz atıyorum. Yüksek masalardan birinde, önünde koyu bir çay bardağı, eli şakağında oturuyor Ece Aksoy... Bir an tereddüt ediyorum. Girip “Ece Abla bu ay Milliyet Sanat’taki öykünü öyle sevdim ki, bu lezzet doğuran ellerin kelimelere de mi bu kadar bereket verir” demeyi düşünüyorum. Sonra vazgeçiyorum. “Şak” diye çekiyorum fotoğrafını, atıyorum hafızama...

Tam karşısındaki Fransız restoranı La Brise’de cemiyet hayatının, güzel mi güzel, iyi kalpli genç hanımlarından birini görüyorum. Sarışın uzun saçlarını omzunun etrafına yaymış. Başını bordo kadife koltuğun yüksek arkalığına dayamış. Masada anlatılanları dinliyor gibi... Ama sokaktan geçen ben bile görüyorum ki o aslında çoktan başka bir yere gitmiş. O anlık mutsuzluğun uykulu, sıkkın, sıcak ve bunaltıcı bulutu çerçevelemiş güzel yüzünü. “Şak” diye çekiyorum fotoğrafı, atıyorum hafızama...

Pera Palas’ın önünden bir taksiye biniyorum. Ben tam taksiye binerken şiddetli rüzgâr eteğini kaldırıyor önümdeki tarvestilerden birinin. Gülme krizine giriyorlar. Çocuklar gibi gülüyorlar. Çocuk gibi gülenlere bakmaya doyamam hiç, taksinin kapısını tutup onlara bakıyorum biraz daha. Gülerek yürüyorlar yüksek topuklu ayakkabıları üzerinde salınarak. Rüzgâr benim de saçlarımı savuruyor. “Şak” diye çekiyorum fotoğrafını, atıyorum hafızama...

Eve geliyorum...

Sessiz... Herkes uykuda... Boğaz’dan bir gemi geçiyor. Pencere önündeki abajuru açıyorum. Gazeteye uzanıyor elim... Bugün bütün gün aklımda o yüz vardı zaten. Gazetedeki o fotoğrafı kesiyorum. Etrafı sarı sonbahar yapraklarıyla dolu bir çerçeveye yerleştiriyor ve çalışma odamda masama koyuyorum...

Hiç tanımadığım, hiç sohbet etmediğim ama yüzündeki, her şeyi, çok şeyi, bin şeyi anlatan o mütevazı, o mutlu, o durgun, o gururlu, o şaşkın, o haklı ifadeye hayran olduğum yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun ve Altın Ayı’sının fotoğrafını hafızama atmıyorum hayır!

Gözümün önünde dursun istiyorum! Her baktığımda hatırlayayım, ilham alayım, unutmayayım diye...

Çünkü öyle gerçek, öyle güzel ki... Çünkü mutluluğun fotoğrafı bu işte!

DİĞER YENİ YAZILAR