Kamaşma

Haberin Devamı

Yeniköy’de sıcak bir öğle sonrası. Sinekler bile uçmuyor... Eski bir bahçenin en güzel köşesine kurulmuş bir çay sofrasında oturuyorum. Ev sahibi taze demlediği çayı getirmek için içeri girmiş...

Masadakileri inceliyorum... Kocaman kabarmış bir kek, tatlı tatlı cilve yapan çilekli turta, mercimek köftesi, pufur pufur börekler, minik sandviçler... Özenle dizilmiş meyve suyu bardakları, çay fincanları, peçeteler... Vedat Sakman çalıyor... Koltuğun kenarında duran Ingeborg Bachmann seçkisine takılıyor gözüm ve üst üste yığılı diğer kitaplara... (Böyle ağırlanmak içimi tuhaf bir coşkuyla kabartıyor, vallahi şu masanın üzerindeki keke benzediğimi düşünüyorum. Banyodaki hiç kullanılmamış el sabunu takıntımı yazdığım günden beri deliliğime eşlik eden ev sahipleri beni daha da bir hamur kıvamına sürüklüyor aslında...)

Dünya güzeli, kitaplarının içtenlikli hayranı olduğum yazar Emre Kalcı’nın misafiriyiz...

***


Eski ortak dostlarımızdan konuşuyoruz bir süre... Umay Umay’ın kulaklarını çınlatıyoruz... Sonra yine kitaplar, yine hikâyeler, yine savaşlara geliyor konu. “Sabahtan akşama dek bu koltukta okuyorum. Okuyorum, okuyorum sonra öyle bir dolma noktasına ulaşıyorum ki yazmak mecburi bir eylem oluyor neredeyse” diyor.

Okumak yazmaya gebe aslında...

Bense bu aralar okumakta çok güçlük çekiyorum. O yüzden yazmak da zor geliyor. Hatırlamanın üzerine hasır bir örtü örtmüş gibiyim. Sıcağı çekiyor içine ama ışığı hayır. Hafızamda kelimeler sıcak bir karanlıkta duruyor bu ara. Sanki bütün dünyayı dolaşsam günlük gevezelikler, kalabalık yeni yüzler içinde kaybolsam ve hiç kaygılanmasam dünya bir tur daha dönecek ve bu da kendiliğinden bitecek. Garip iniş çıkışlar...

Emre Kalcı, kont asistan Batu’ya kitabını imzalıyor. “Bir versene” diyorum Batu’ya...

Rastgele bir sayfa çeviriyorum...

“(...) Gerçek hayattaki hikâyeleri, filmleri andıran insanlar vardır. Büyük sandıkları hikâyelerini kolayca yaşayan, istedikleri anda sonu yazabilen ve en ucuz köşelerini değerli sanıp herkese anlatan. Yaşarken karşısındaki insanı seçkin yapan bazıları, hayatına girdiği seçkin insanları sıradanlaştıran diğerleri... İyiyle kötünün savaşı hep böyle sürüp gider.. Benim hikâyem de böyleydi...” diyor...

***


Beyaz örtülü masalar, sabun kokan büyükanne evleri, söyleyeceğini söylemekten ürken mesajlar, en güzel yerinde kesilmiş aşk hikâyeleri, bir şeyi kanatmaktan korktuğun için dönüp arkana bakmaktan kaçtığın o sokak köşesi, kendimizi özel sandığımız en ucuz köşelerimiz evet, üzerine hasır serip bıraktığımız yakın hatıralar, ışıktan sakınıp sıcaktan kaçıramadığımız...

Masadaki sohbetten bir an için kopuyorum. Kitabın kapağı buğulanıyor...

Bu beyaz masa örtüsü beni bir cuma akşam yemeğine götürüyor. Masaya konmuş dördüncü tabak benim... Güvenli, huzurlu, aidiyet ve neşe dolu o masa... Hiç kalkmak istemediğim o sandalye... Bir anne, bir baba, bir kardeşten oluşmuş üç yapraklı bir çiçeğe konmuşum sanki... “Konmak” evet, tam da bu kelimenin adı... Tekrar uçmak zorunda olmanın tarifi!

Arkama dönüp bakmaya korktuğum o sokak köşesi benim içimde işte...

***


Yeniköy’deki o dar sokağı aydınlatan akşam güneşi çekilirken eve dönüş yoluna koyuluyoruz...

İçimde ne zamandır kıpırdamayan bir sızı canlanıyor sanki...

Ah, hayat ne yaptın bize? Nasıl bu kadar nasır tuttuk? Nasıl bu kadar kaçak, nasıl bu kadar korkak olduk? Kaybetmekten korkarak, alışmaktan korkarak, mesafeler koyarak nasıl yaşayabilir olduk?

Yakın hatıralarımın üzerindeki hasırın kaydığını, üzerime vuran güneşin gözümü kamaştırdığını, gözümden dökülen bu yaşların kamaşmadan olduğunu sanıyorum... Herkes gibi hasırımı tekrar çekip üzerime, benim gibileri oyalayacak şehir hikâyelerime dönüyorum...

* (Birkaç gündür rahatsızlığım devam ediyor. Emre Kalcı’nı yeni kitabı Kir’in çıkış kutlamasına da ne yazık ki katılamadım.

Bu vesile ile büyük hoşgörünüze sığınarak eski bir yazımı tekrar paylaşmak istedim.Sağlıkla görüşmek üzere.)

DİĞER YENİ YAZILAR