Bir anlamı olmalı

Neslihan ablam var benim. Neslihan ablamın bir de kocası var Erdal ağabey. İki de çocukları var Beril ve Kerem...

Haberin Devamı

Neslihan ablam var benim. Neslihan ablamın bir de kocası var Erdal ağabey. İki de çocukları var Beril ve Kerem...

Filmlerdeki gibi bir aile. Yani rol dağılımı için oyuncu arasanız bu kadar başarılı bir seçim yapmanız çok zordur. Allah nazardan saklasın diyeyim ve anlatmaya geçeyim.

Anlatacağım Neslihan ablaların hayat hikâyesi değil elbette. Çocuklarını yetiştirme biçimleri, iş yaşamlarındaki özendirici çizgi, kendilerine zaman ayırışları, ayrıntılardaki hoşlukları filan, hepsi çok hoş yazı konuları, ayrıca onlardan söz ederim ama geçen akşam bir aradaydık ve Neslihan abla bana bir şey söyledi;

"Böyle yaşanamaz ki, deli misin sen, önceliğin başkaları mı olacak hep?"

Bunu söylerken sesini duyurmak için bana eğilmişti ve Neslihan ablanın gözündeki yapraklan gördüm ilk defa.

Şimdi bu yazıyı yazmak için hazırlanırken, salonda televizyonun yanındaki çiçeklere şöyle bir takıldı gözüm.

Yazmayı planladığım şey bir boyacı çocuk, bir köfteci ve bir garsonla ilgiliydi. Bir taraftan da içim içimi yiyordu:

"Yahu şimdi bunu yazacağım, ondan sonra vay ılgıt ılgıt yazı yazdın, vay sömürü yaptın, vay duygu sattın... Bizim Tuğçe Baran da dahil olmak üzere başlanacak geyik yapılmaya... Yoksa ben çok mu, önemsiyorum kendimi?.. Sanki herkes benim ne yazdığımı mı okuyor. Evet, bana göre okuyor. Öyle olmasa yazı yazamazsın ki... Yaz yazını yahu korkma... Yok yok yazma..."

İşte tam da bunları düşünürken salondaki çiçeklerin yapraklan Neslihan ablamın gözlerindeki yaprakları hatırlattı ve de son cümlesini. "Böyle yaşanamaz ki ama..."

Birkaç fotoğraf var hayatımda bir türlü unutamadığım. Biri Altunizade çıkışından dönünce, bir kaldırıma oturmuş, kafasını dizlerine gömmüş, dirsekleri dışında bir şey göremediğim bir çocuk. Az ötesinde belli ki az önce bir araba çarpmış, darmadağın etmiş boya sandığını...

Ağlayan bir çocuk filan değildi aklımda kalan. Boyaları yola savrulmuş ve yüzü görünmeyen bir kederdi...

Bir diğeri, Üsküdar'dan köprü istikametine giderken zabıta çekicisine köfte arabasının yüklenmesinde yardımcı olan köftecinin bir türlü tanımlayamadığım yüzü. Yakalanmış, arabasını götürmek için yüklüyolar. Camlı, küçük el arabasının içinde marullar, domatesler ve pişmemiş köfteler var... Köfteci ise bacağı kınlan atını itinayla vurulmaya gönderen seyis gibi... Ah, evet şu anda oldu bir tanımı... Yüzünde belki sakladığı bir üzüntü ama kaçmayıp teslim olmanın asil durgunluğu...

Bir diğeri de çok kalabalık bir davetin, çok zengin ve çok popüler topluluğuna hizmet veren kan ter içindeki genç garsonlardan birinin elindeki içki ve bardak dolu tepsiyi davetlilerin en kalantorunun üzerine devirdiği andaki yüzü. Tepsiyi göğsüne bastınp, omuzlarını kıstırıp mahcup bir tebessümle etrafına bakışı... Kıvırcık saçlarından sızan terler...

İşte bu yüzler, gözlerin içine saklanmış yapraklar, o saçların sahibinden izinsiz akıp giden terler...

Bazen hiç sebepsiz, bir şeyi bağlamadan sadece kendilerinden söz edilsin diye mi var?

DİĞER YENİ YAZILAR