Gazete Vatan Logo

Her evde bir Mevhibe Hanım var

CHP Milletvekili Özden Toker: Annem için “örnek kadın” deniyor, bence annem sıradan bir Türk kadınıydı. Hep o sıradan Türk kadını olarak kalmayı da başardı

CHP Milletvekili Özden Toker: Annem için “örnek kadın” deniyor, bence annem sıradan bir Türk kadınıydı. Hep o sıradan Türk kadını olarak kalmayı da başardı

* Mevhibe Hanım bir anlamda Cumhuriyet’in ilk First Lady’si?..
Tabii ama Latife Hanım da var.

* Var, fakat sanki o daha çok Cumhuriyet döneminin “First Love”ı gibi; Köşk’le asıl özdeşleşen galiba Mevhibe Hanım?
Yani evet, belki de Köşk’te en uzun süre (12 yıl) kalan eş olmasının verdiği bir izlenimdir bu ama Latife Hanım da Atatürk’le evli kaldığı o iki yıl boyunca First Lady gibi davranmış. Zaten Atatürk de Latife Hanım’ı bunun için seçmiş. Kendi kafasındaki çağdaş Türk kadınını onda gördüğü için.

* Sizce Mevhibe ve Latife Hanım arasındaki en önemli fark neydi?
Aslında çok basit; Latife Hanım’la Atatürk uzun bir yolun sonunda, yani her şey bir zirveye çıktıktan sonra evleniyorlar. Onun için o zirvede birbirlerine uyum sağlamaları zor oluyor. Halbuki annem o bütün yolu babamla birlikte yürüyor. Birbirlerine daha gençken intibak ediyorlar ve birlikte çok zor günler geçiriyorlar. Ve o yüzden de birbirlerine daha çok bağlanıyorlar. Hep birbirlerine destek olarak basamakları çıkıyorlar ve sonunda Mevhibe Hanım first lady oluyor. Ama oluncaya kadar da bütün imtihanlardan geçiyor.

* Demek ki annenizi Mevhibe Hanım yapan sadece eşinin 12 yıl cumhurbaşkanı olması değil?
Değil tabii, onun asıl özelliği hiçbir zaman halktan kopmamasıydı. Burayı ziyaret edenlere annemi anlattığım anda bile hemen kendilerini evlerinde gibi hissediyorlar. Çünkü anlattıklarım herkese çok yakın geliyor. Zaten ben de her evde bir Mevhibe Hanım olduğuna inanıyorum.

* Tipik bir Türk kadını mıydı diyorsunuz?
Annem için “örnek kadın” deniyor, ama hayır bence annem sıradan bir Türk kadınıydı. Ve hep o sıradan Türk kadını olarak kalmayı da başardı.

* Meselâ misafirleri için Köşk’te mutfağa girip, pasta-börek yapan bir kadın, değil mi?
Sadece pasta da değil. Bu evin kalorifer dairesi uzakta, bahçenin içinde bir yerdedir. İcabında gidip kazana kürekle kömür atan, elbiselerimizi kısaltıp daraltan, kendi elbiselerinde sürfile izleri duran bir kadın. Siz hiç ev tarhanası yaptınız mı?

TARHANA, TURŞU YAPARDI

* Yapmadım?
Bizim mutfağımızda ev tarhanası yapılırdı. Annemler kurutur, biz çocuklar da o kurutulmuş tarhanaları ufalar, torbalara koyardık.

* Yani turşular ve reçellerin yapıldığı bir Köşk’tü?
Tabii, hatta “tükenmez” diye bir şey vardı, bilmem bilir misiniz?

* Sulandırılarak mı içiliyordu?
Evet, içine meyveleri koyuyorsunuz, altında çeşmesi oluyor, bittikçe su koyup içiyorsunuz. Yani bir nevi şıra gibi bir şey... O hep bizim merdivenimizin altında dururdu ve annem misafirlerine tükenmez ikram ederdi.

* Çok frapan bir kadın değil?
Hiç değildi. Kendinden bahsedilmesini hiç istemezdi. Zaten soranlara da çok şaşardı; “Bizim başkalarından ne farkımız var, bizim neyimizi merak ediyorlar ki” diye... Biz de böyle büyütüldük. Bizim kimseden farkımız olmadığını hissederek...

* Bahçedeki Zeynep’le hiç ilgilenir miydi?
İneğimizi soruyorsunuz; tabii tabii... Hatta o kadar ilgilenirdi ki, zavallı bir keresinde hastalanmıştı. Annem de “Zeynep, Zeynep” diye çok üzülüyordu. O zaman Ömer Abim “Benim sağlığımla bu kadar ilgilenmiyorsunuz; bıktım bu Zeynep’ten” demişti. Ona çok gülmüştük.

* Peki acaba bir Mevhibe Hanım modeli üzerinde çalışılmış bir proje de değil miydi?
Evet, Atatürk’te öyle projeler vardı. Babamda da vardı tabii... Şimdi sizin bunu söylemeniz ilginç, çünkü hakikaten ikisinde de bu vardı. Annemle babam o kadar genç yaşta evleniyorlar ki, babam annemi eğitiyor aslında. İşte mesela babam Yemen’deyken bir gramofon buluyor...

* Fransızların bıraktığı gramofon?..
Evet, o gramofon sayesinde ilk kez klasik müzik dinliyor ve evlendiğinde eşinin de aynı zevki öğrenmesini istiyor. Bunun üzerine ona piyano alıyor; hoca tutuyor ve her mektubunda derslerini soruyor. 80 sene evvelki mektuplarda babam anneme “Galiba sen alaturkaya daha meyillisin. Tamam alaturka çal, ama bir ona bir ona gitme. Birine karar ver. Bir de mutlaka nota üzerinden çal” diyor. Yani hep anneme bir şeyler vermeye çalışıyor.

* Zaten bu proje lafını da bundan söyledim; Lozan’a giderken Mevhibe Hanım ilk kez istasyonda halkın karşısına başı açık çıkıyor; Lozan’da memleketin tapusunu alırken de başı açık... Sanki bu dışarıya karşı önceden planlanmış diplomatik bir hamle; içerde de bir devrim hamlesi gibi?

Kesinlikle... Çünkü Kurtuluş Savaşı kazanılıyor; Atatürk’le babam İzmir’de tepedeki bir kahveye gidiyorlar; aşağıda bütün İzmir görünüyor; bütün komutanlar orada ve Atatürk dönüp babama diyor ki, “İsmet Paşa, Anadolu seferi muvaffakiyetle tamamlanmıştır, asıl bundan sonra Türkiye’nin medeniyet savaşına hazır mısın?” Çünkü asıl mücadeleleri ondan sonra başlıyor; yaşam tarzının değiştirilmesinde... Yaptıkları her şey bir devrim hamlesi... Mesela bizim isimlerimiz; Erdal Abi’mle benim adımı Atatürk’le babam koymuş, Cumhuriyet’in yeni isimleri olsun diye... Yine mesela annemin giyim kuşamı...

60 YIL GİYDİ ELBİSELERİ

* Özellikle annenizin elbiseleri çok zarif...
Ve annem o elbiseleri 60 sene giymiş. Gelen terziler bile şaşırıyor. Gören genç kızlar bayılıyor; “Aa şimdinin modası” diyorlar. Bir siyasetçi eşinin gençlere örnek olması gerekir. O dönemlerden hepimiz geçtik, hepimiz birini örnek aldık. Bizim için o zamanlar kimler vardı; Atatürk vardı, O’nun yanında Afet Hanım vardı. Sabiha Gökçen vardı...

ASIL KIZI SABİHA GÖKÇEN’Dİ

* Siz en çok hangisini örnek aldınız; sanki Sabiha Gökçen gibi geliyor ama?..
Evet, onu daha yakından tanıdım doğrusu. Çünkü o bizim ablamız gibiydi. Çok değerli bir insandı. Hayat doluydu. Ve Atatürk’e çok bağlıydı. Hep O’nun yanındaydı. Yani gerçekte Atatürk’ün asıl kızı Sabiha Gökçen’di. (Özden Hanım bunları söyledikten sonra gülümseyerek çok dikkatli ve ölçülü bir es veriyor.)

* Ne demek istediğiniz anlaşılıyor... Peki, Mevhibe Hanım için demin tipik bir Türk kadını demiştiniz; anneniz gençliğinden itibaren namaz da kılıyordu değil mi?
Tabii, tabii... Her zaman kıldı. Salondaki o ünlü soframızda devrimler de konuşulurdu, aynı anda iftar sofraları da kurulurdu...

* Siyasete ilgi duyar mıydı; mesela CHP’nin parti işlerine karıştığı olmuş mudur?
Değil, ama sadece abartılı sözlerden hiç hoşlanmazdı. Annemin önünde babama abartılı bir söz söylendiğinde, dalkavukluk yapıldığında annem üzülürdü. Babam aşırı övüldüğü zaman hemen onu dengeleyici sözler söylerdi. İnsanlar hakkında teşhisleri çok doğru olurdu. Güvendiği ve güvenmediği insanlar vardı; onları da babama hep söylerdi.

* Acaba Ecevit’le ilgili hissi neydi; hiç babanıza “Dikkat et, bu çocuk partiyi elinden alacak” dedi mi?
Kimseye karşı hiç öyle bir şey söylemedi. Ecevit’e de ailecek hiçbir kırgınlığımız olmadı. Onların sonradan hayat tarzları değişti, eskisi kadar beraber olamadık, ama Ecevit gencecik bir çocukken bu eve sık sık gelen biriydi. Babama İngilizce çevirmenlik yapıyordu. Rahşan Hanım da yine pırıl pırıl bir kızdı. Babam Rahşan’ın babasını çok severdi. Ecevit yemeğini çok hızlı yerdi. Babam “Bülent Bey’in tabağı boş, bir şey vermediniz mi” deyince Ecevit, “Paşam ben çabuk yiyorum” dese de babam inanmaz, tabağına yeniden yemek koydurturdu. Hepimiz çok severdik onları.

Pembe Köşk felsefesi

* Pembe Köşk’ün tam olarak farkı neydi Çankaya’dan?
Burada bir aile yaşıyordu; en büyük fark buydu. Bunu bana yabancılar da sormuştu; balolar niçin sizin evinizde yapılıyordu diye... Çünkü balolara bir ailenin ev sahipliği yapmasını isterdi Atatürk... Arkadaşlarıyla burada, bir yuva ortamında gelip yemek yemeyi, sohbet etmeyi de çok severdi.

* Bir “Pembe Köşk felsefesi” var mıydı peki?
Bu evin çatısı altında hep üç şeye dikkat edildi: Bir, şımarık olunmayacak. İki, bu evde yaşayan herkes çalışacak. Tabii çalıştığınız da mutlaka bir fayda sağlayacak. Üç, dürüstlük. Ve bunlar da sadece bize özel kurallar değildi; o dönemin bütün Cumhuriyet aileleri bu kurallara göre yaşardı. Çok önemli bir husus daha vardı; kadınla erkek hep beraberlerdi. Bu bir güvendi de; çok önemliydi.

Not: İnönü ailesine 1924’te geçen ve Atatürk tarafından pembeye boyatılan bu eski bağ evi, her yılın 29 Ekim-10 Kasım ile 23 Nisan-19 Mayıs arasındaki haftalarda ziyaretçilere açılıyor.



Atatürk’ün gözlerine bakamazdınız çünkü...

* Atatürk’le sıcak bir ilişkiniz var mıydı?
Biz çocukken Atatürk’ün kim olduğunu bu şekilde bilmezdik; o bizim bir aile büyüğümüzdü. Köşk’e geldiğinde biz yukarıda olurduk. Bizi çağırırsa, yanına giderdik.

* Size “İsmet’in çocukları”, “Kardeşimin çocukları” gözüyle baktığını hisseder miydiniz?
Evet, zaten yalnız oldukları zaman birbirlerine “İsmet”, “Kemal” diye hitap ederlermiş. Tabii hissederdik, bize hep şunu söylerdi, “Çocuklar kendinize güvenin ve soru sorun. Benimle alay ederler mi, bana gülerler mi kaygılarından kurtulun. Mutlaka soracak sorularınız olsun.”

* Çocuk gözünüze nasıl görünürdü Atatürk?
Çok yakışıklıydı! Çok heybetliydi! Gerçi boyu kısaydı, ama bir laf vardır ya, “O kadar heybetliymiş ki, Atatürk’ün gözünün içine bakamazmışsınız” diye...

* Peki doğru muydu?
Doğruydu, gerçekten Atatürk’ün gözlerine bakarak konuşamazdınız; çünkü o size çok dikkatli bakardı. Bakardı ve sizi görürdü. “Atatürk bana bakıyor ve beni görüyor” dediğiniz zaman da hakikaten kendinize bir çeki düzen vermeye mecbur kalırdınız.

* Tabii herhalde gözleri de çok etkileyiciydi?
Çok güzel gözleri vardı. İnsanlara değer vererek bakardı o gözleri ve siz bunu hissederdiniz. Fotoğraflarından da bunu anlarsınız; hakikaten sizin içinize bakar ve aklınızı, ruhunuzu görürdü.

* Atatürk’le ilgili şimdilerde yapılan tartışmaları nasıl buluyorsunuz; hepsi gerekli mi, yoksa incitici mi?
Bence hiçbir münakaşanın incitici tarafı olmaz; sonuçta adı münakaşa...

Haberin Devamı