Sevgi ve yaratıcılık durup bakmakla başlar

Van Gogh'un İskemlesi"ni bilir misiniz?

Haberin Devamı

Van Gogh'un İskemlesi"ni bilir misiniz?

Büyük ressamın şimdi Londra National Gallery koleksiyonunda bulunan ünlü tablosunu?

Belki bir yerlerde, bir kitapta, albümde karşınıza çıkmış, gözünüze çarpmıştır.

Basbayağı bir sandalyedir resmedilen. Oturma yeri hasırdan, eskimiş, yıpranmış Akdeniz işi bir köy sandalyesi...

Ben ne zaman baksam bu resme, şaşırırım. Böylesine yoksul bir görüntü nasıl bu kadar "zengin" bir resim olabilir?

İçinde insan figürü bulunmayan bir resim nasıl bu kadar sıcak, bu kadar insancıl olabilir?

Resmin öteki adının "sandalye ve pipo" olması, sandalyenin üzerine bırakılmış bir piponun varlığındandır. Yanında bir mendil ve bir tutam tütün durmaktadır.

Bu resme kulağını kesmeden hemen önce başlar Vincent Van Gogh ve olay sonrası hastanede yatıp çıktıktan sonra da resmi tamamlar. Yıl 1888'dir.

Daha sonra yazdığı mektuplarından da anlarız ki, Van Gogh bu resmi ve sandalyeyi çok sevmektedir.

Neden peki, nasıl?

Düşünsenize...

Ressamın berbat bir odada geçirdiği müthiş sıkıntılı, çok yoksul günlerinin ve aklının alıp başını gittiği gecelerinin sıradan bir eşyasıydı o sandalye. Belki de içine boğuntu veriyordu.

Çok muhtemeldir ki, masa gibi kullanıyordu onu, sehpa gibi, bazen askı gibi...

Kimbilir belki de kızdığında tekme atıyordu ona; belki "kafası iyi" olduğunda o sandalyeye takılıp düşmüşlüğü bile vardır!

Ancak bir gün odadaki sandalyeye başka bir gözle
bakar Van Gogh.

Bakar, bakar ve resmini yapmaya başlar.

***


Öyledir...

Her şey bakmakla başlar; baktığımızı ayırd ederek başlar.

Hayat, biz durup bakınca, bizim sevdiğimiz biçimlere doğru dönüşmeye başlar.

Eşyalar bile...

Yaratıcılık, ilk anda bir eylem değildir. Van Gogh'un sandalyesine baktığı gibi bakmaktır.

Sevmek de...

Gerçek sevgi durup bakmaktan doğar. Sürekli sevgi sürekli bakıştır.

Solan, eriyen, çürüyen sevgi "bakış "sız ve bakımsız bir ilişkidir.

Dahası Van Gogh'un resmi açıkça gösterir ki, en büyük huzursuzluklar içindeyken bile mutluluğun bir anlığına da olsa kapımızı çalması mümkündür.

Ama bunun için durup bakmak gerekir.

(Not: Van Gogh'un ve aynı sıralarda arkadaşı Gauguin'in yaptığı iskemle tabloları üzerinde çok durmuştur sanat tarihçileri. Bazı psikanalistler ise Van Gogh'un o iskemlede kendini "gördüğü"nü iddia etmiştir.)

***


Federice Garcia Lorca bir keresinde "şairler karıncalara bakarken onların birbirleriyle nasıl ve neler konuştuklarını bilmek isteyen kişidir" demişti.

Ama ben de size derim ki, bu cümlede "karıncalara bakarken" sözüne dikkat edin!

Önce bakmak gerek! Şairsen belki Süleyman olur, dillerini de çözersin karıncaların!

Ama ya hiç bakmıyorsan?

Görmüyorsan karıncaları, unutmuşsan onları?

Gelip geçtiğin yerlerde hiçbir şeye bir kez olsun dikkatle bakmıyorsan?

Bütün dünya hızlı bir trenin penceresinden kayıp giden görüntüler gibi akıp gidiyorsa önünden?

Mesela deniz kıyısına gittiğinde hemen yüzmeye başlayıp bir an bile maviliği gözlerinle içine çekmiyorsan?

Yaylaya çıktığında zihninde birikmiş bilgi ve tecrübelerin dürtelemesiyle "oh ne güzel, her yer yemyeşil" deyip de hangi ağaç, hangi ot nasıl yeşil bakmıyorsan?

Sevgilinin uğruna şarkılar düzdüğün gözlerine son zamanlarda bir kez olsun şöyle uzun uzun bakmadıysan?..

O zaman hayata, en çok da kendi hayatına "can" veremiyorsun demektir.

Bakmak, durup bakmak can suyumuzdur.

Barışın ve barışmanın başlangıcıdır.

Ne amansız çelişkidir ki, muazzam biçimde görselliğe yaslanan bir kültürde yaşıyor olmamıza karşın çok az bakıyoruz.

Hani diyorum ki, arada sırada yaşımız başımız kaç olursa olsun, çakıl taşlarına büyülenmiş gibi bakan, deniz kabuklarını bakarken gözlerini büyüteç gibi kullanan çocuklara özensek ve dünyayı öyle gözlemlesek fena mı olur?

DİĞER YENİ YAZILAR