Durup dururken nara güzelleme!

Tabağın altına, mutfak tezgahına boylu boyunca kağıt havlu serdim...

Haberin Devamı

Tabağın altına, mutfak tezgahına boylu boyunca kağıt havlu serdim.

Birazdan ne kadar sakınırsam sakınayım, oluşacak pembeli, kırmızılı, bordolu hareler tezgaha değil de kağıda yayılsın diye...

Sonra elimdeki meyveye baktım.

Çocukluğumdan beri her bakışımda beni âşık eden biçimine baktım. Güzelliğin asla çizgisel düzgünlüğe dayanmadığı gerçeğine bir kez daha iman ettim.

Ya renkleri? Ah, renkleri!..

Cam diplerine ait bir yeşilimsilik...

İnce hastalıktan çeken bir sarı...

Ve utangaç yanakların pembesi, damardan kan kırmızısı...

En zor ama aynı zamanda en heyecan verici olanı tabii ki içini açmak! Anadolu tasavvufunun "teklik içinde çokluk" ya da "dışı birlik, içi çokluk" deyip hikmetlere işaret sayıp yücelttiği, gerçekle gayet sıradan biçimde hesaplaşmak hali yani...

Nardan söz ediyorum, anladınız değil mi?

Ellerim hemen boyanmaya başladı.
Henüz ikiye ayırmıştım ki, tişörtümde üç-dört kırmızı nokta oluştu.

Umursamadım. Biliyorum çünkü; gerçek güzellik öyledir; gül gibi dikenli, nar gibi lekeleyici...

Kendi kendime konuşmaya başladım: Şu eşsiz lezzete ulaşmak nasıl meşakkatli iş yarabbim? Şu salkımlanmış, kabuğun iç kısmına gömülmüş minicik taneler nasıl da karşı konulmaz biçimde çekilmez fakat lezzetine ulaşması nasıl da güç?

İnsanı sınava çekiyordu.

Bırak git: Gidip bir yerde nar suyu iç, diyordu içimde bir ses: Şimdi moda oldu zaten, köftecide bile, sıradan tostçularda bile var; istersen gözde gece kulüplerinde litrelerce nar suyu sıkılıyor, her yerde bulursun, diyordu.

Ama nar tanelerinin tadı başka, suyununki başka! Nar tanesi, nur tanesi, bundan mı acaba?

Çekirdekleriyle boğuşma zorunluluğuna rağmen nar tanesininki bütün meyvelerin verdiğinden daha güçlü ama alabildiğine minimalist bir tazelik, ferahlık duygusu... Eşi benzeri yok!

***


Yaşamdan Dakikalar'da galiba Sunay (Akın) sormuştu bir ara; "mezarınızın yanıbaşına hangi ağaç dikilsin isterdiniz?"

Herkes bir şey söylemişti. Nebil, Hıncal Ağabey...

Benim zeytin diyeceğimi sanıyorlardı, çünkü ağaç deyince görkemli, ulu ağaçları değil, en kurumuş kavrulmuşundan bile olsa zeytini sevdiğimi biliyorlardı.

Nar, dedim birdenbire...

Narın sadece meyvesi mi olağanüstü? Hayır. Ağacı, hele hele çiçeklenmiş ağacı öylesine güzel, iç açıcı ve coşku vericidir ki!

Ama benim Sunay'ın sorusuna nar ağacı karşılığını vermemin nedeni çocukluğumda saklıydı.

Moda-Mühürdar'da oturduğumuz evde küçük bir odam vardı. Yalnızlığımın mabediydi: Arada sırada ninemle paylaştığım bu odanın penceresinden bahçedeki nar ağacı görünürdü. Çiçeklendiği zaman bakmaya doyamazdım.

Ömrün sonunu demek ki en derinlerimde başa dönüş gibi düşünüyormuşum; o yüzden nar ağacından nar ağacına bir yolculuk olarak ömür fikri yatarmış meğer bilincimin kuytu köşesinde...

Şimdi gel de Akdeniz'in bu güzel bitki ve meyvesi için bir Yunanlı şairin, Odisseus Elitis'in yazdıklarını hatırlama!

"Başı taa havalarda, ışıyan ve övünen mor salkımlarla,

Tehlikelere açık, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,

Dünyanın orta yerinde şeytanın fırtınasını ışıkla parçalayan,

Ve günün, üzeri türkülerle işli sırmalı örtüsünü

Boydan boya yayan, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,

Günün ipek giysilerinden bir anda soyunup kurtulan?"

Hani şu gri çalışma odamda, dışardan gelen korna sesleri içerde uğultuya dönüşürken yerimden kalkıp şaire bağırasım geliyor: "Evet, evet, o çılgın nar ağacı işte! Şeytanın karanlık fırtınasını ışığıyla parçalayan o!"

Kurtlar Vadisi'ne promosyon değilse...
Tartışma hâlâ sürüyor: Bizim albay mı doğruyu söylüyor, Amerikalı mı? Tam mı soyunmuş, yoksa "Türk geleneklerine göre" mi soyundurulmuş Amerikalı albay? İnsan terleyince çamaşırlarını çıkarıp ağaca asar mı, asmaz mı?

Dün yazdım, bugün bir daha yazayım: Bu tartışmalar ipin ucunun kaçırılmasından başka şeye yaramıyor!

Hele rövanştı, hayır, rövanş değildi meselesi!

Ne Süleymaniye'deki çuval olayıyla kamuoyunun hafızasında açılan yaraya merhem oluyor bu tartışmalar, ne de kafalarda oluşmuş sorulara cevap veriyor.

Eğer niyetimiz Kurtlar Vadisi filminin promosyonuna katkıda bulunmak değilse, tartışmayı gazetecilik boyutuyla sınırlı tutmak en doğrusu olmaz mı?

Altı çizilmiş satırlar
Onu görür görmez doğal olmayan bir candanlık tutumu takınmıştı. Sırf ürkeklikten... Hastasını güçlendirmeye çalışan bir kasaba hekiminin babacan tutumu gibi. (LAWRENCE DURREL, Mountolive)

DİĞER YENİ YAZILAR