Bir hayat daha verselerdi bize...

Kafamı yastığa koyuyorum, olmuyor, o ses kulaklarımda çınlıyor... "Ona bir oda ver baba, gidecek hiçbir yeri yok! Bir evi olsun..." Gözlerimi kapatıyorum, yine o ses...

Haberin Devamı

Kafamı yastığa koyuyorum, olmuyor, o ses kulaklarımda çınlıyor...

"Ona bir oda ver baba, gidecek hiçbir yeri yok! Bir evi olsun..."

Gözlerimi kapatıyorum, yine o ses...

"Ona bir oda ver baba!"

Uyuyorum, rüyamda o ses...

Uyanıyorum, yine aynı...

Zamanın kendisi için tükendiğini bilen genç adam, çok zaman önce babaevinden çekip gittiği için kendisine küsen babasına oğlunu emanet ediyor: "Ona bir oda ver baba!"

Boğazım düğümleniyor, yutkunamıyorum, burnum sızlıyor.

Bir o yana, bir bu yana dönüyorum yatakta.

Gözleri elbet hüzünlü fakat yüzü alabildiğine aydınlık çocuk birdenbire çoğalıyor; bütün çocuklar, bütün insanlar olup çıkıyor.

Ağlıyorum, sadece o küçük çocuğa değil, hepimize ağlıyorum o zaman...

İçimizdeki "yetim"e ağlıyorum.

Ev...

Bazen arkadan itilip bir yardan aşağıya doğru yuvarlanmaya benzeyen şu hayatta tutunacak tek daldır bazen.

Ev...

Sımsıcak bir kucaklanmadır bazen, sığınmaktır çoğu zaman; "küçücük bir heceden aşk için bir vaha yaratmak"tır.

Ev...

Babadır korur, annedir okşar, besler.

Ev...

Dünyanın "merkezi"dir, her yerde, her kültürde ve herkes için temel direktir. Evsizsen "merkez"den kaçmışsın demektir; yurtsuzsun demektir, gitmişsin ve dönecek yerin yitmişdir.

O yüzden işte ağlıyorum gecenin karanlığında...

Evsiz, yurtsuz, sürgün insanlar üreten uçsuz bucaksız öfkelerimize; acı gelip bize dokunmadıkça kimsenin acısına dokunmayışımızdaki hoyratlığa ağlıyorum.

Sabah vakti gelip çattığında o ses hâlâ beynimde çınlarken ben de çocuk olup hayal kuruyorum.

İçime çöreklenip kalan o acıyı atabilmek için kır saçımdan sakalımdan utanmadan gözlerimi sımsıkı yumup şu hayali zorluyorum.

Binlerce, on binlerce evim varmış. Bütün öksüzlere, yetimlere, evsizlere dağıtıyormuşum...

Bütün küsleri, kırgınları, dargınları barıştırıyor; hepsine hafiften uçuk kaçık biçimde soruyormuşum: "Mutluyuz şimdi, çok şükür, değil mi?"

***


Filmi seyredenler yukarıdaki "sayıklamalarım"dan çıkarmışlardır: Babam ve Oğlum sarstı, geçti beni...

Yok, sarstı... ve geçemedi.

Öylece kaldı içimde; biraz katı taş gibi, biraz saydam ve tuzlu gözyaşları gibi, biraz da hafifçe buruk ve gecikmiş bir kahkaha gibi...

Beni de uyardılar; "bu filme gidersen, çok ağlarsın" diye...

Ben aklım sıra ağlamam, zor ağlarım ya, değil, ağladım elbette.

Ama filme ağlamam işin çok sınırlı yanı...

Film yüzünden hayata, dünyaya, kendimize, bir film seyredinceye, bir öykü canımıza okuyuncaya, acı kapımızı çalıncaya kadar sevmeyi-sevilmeyi önemsemeyişimize ağladım...

Hayatı değiştiremeyen iyiliğimize...

Nefrette cesur, sevgide korkak; küsmekte atılgan, affetmekte ürkek oluşumuza ağladım...

Filmi seyreden çoğunluğun da benim gibi ağladığına eminim.

Sinema salonundan çıkarken düşündüm de, o anda aynı koridordaki bazıları gibi film yüzünden içine oturan pişmanlık sancılarını bastırmaya çalışanlardan olmadığıma şükrettim.

Hayatını nefretlerle, öfkelerle kuranlardan olmadığıma şükrettim.

Ama öfkeliyim yine de...

Bu bizim yaşamak dediğimiz nasıl bir harala gürele!

Nasıl bir çark!

Filmlerdeki işkenceye kahroluyoruz; gerçek hayattaki işkence haberlerine burun kıvırıp kulak tıkayıp geçiyoruz.

Filmlerde "bir şans daha, bir gün daha verselerdi bana/hiç korkmazdım anlatırdım sevgimi ben sana" diyen şarkılar içimizi yakıyor; gerçekte ise öfkemizi dile getirmek sevgimizi dillendirmekten daha kolay geliyor bize hâlâ...

Şarkılarda, filmlerde sevdiğimiz, hak verdiğimiz ne varsa, hayatımızda yok! Olur mu öyle!

***


Bu vesileyle Babam ve Oğlum'u yazan ve yöneten Çağan Irmak'a sevgilerimi sunuyorum. Bizi güzel, tertemiz ağlatıyor; Allah onu hep güldürsün, bunu hak ediyor!

Bütün oyuncular önünde saygıyla eğiliyor, küçük oyuncu Ege'nin gözlerinden öperim.

Işıkçısının, teknisyeninin, montajcısının, filme emek veren kim varsa hepsinin ellerine, beyinlerine, yüreklerine sağlık!

DİĞER YENİ YAZILAR