Lizbon: Hayallerim ve gerçek

Bundan üç-dört yıl önce kafamı Lizbon'a gitmeye takmıştım. Planlar yapıp dururdum. Olmadı. Kısmet, Euro 2004'ün finaliymiş

Haberin Devamı

Bundan üç-dört yıl önce kafamı Lizbon'a gitmeye takmıştım. Planlar yapıp dururdum. Olmadı. Kısmet, Euro 2004'ün finaliymiş.

Peki neden Lizbon'u isterdim, neden Lizbon uçuşlarına, turlarına bakardım?

Birincisi, sevdiğim kadınla orada hoş ve çok farklı saatler geçireceğime inanmıştım. Kökleri epeyce karmaşık bir inançtı bu...

Okyanustan çıkmış her türlü "böceği" bir masada oturup parmaklarımızı yalayarak yemeyi; 19. yüzyıl başında iyice gelişip serpilen kolonyalı burjuvaziden bugüne arta kalmış Chiado semtinin san tramvaylı yokuşlarında el ele yürümeyi düşlerdim hep.

Şimdi kesin olarak biliyorum ki, gitseydik ayrılığımız çok erken gerçekleşirdi.

Belki dönerken uçakta veya aktarma yaptığımız havaalanında kopardık birbirimizden...

Öylesine hüzünlü bir şehir Lizbon.

Bir rehber eşliğinde "ansiklopedik heyecan"lara kapılmadıkça, sıradan bir turisti bile "kimliği belirsiz" sıkıntılarla tanıştıracak kadar depresif bir havası var.

Aynı yarımadadaki İspanya'nın herhangi bir şehrinde sabah sokağa adımınızı attığımız anda sizi içine alan yaşam sevincinden eser yok Lizbon'da.

***


O eşsiz Lizbonlu şairi; soyadı hem "birisi" hem de "hiçkimse" anlamına gelen de Fernando Pessoa'yı da galiba şimdi daha iyi anlıyorum.

Evet, Lizbon hayallerimi ateşleyen ikinci neden Pessoa oldu hep. Onun yaşadığı yeri görme arzusu.

Hani ölmeden önce son kez bir not kağıdına "yarının ne getireceğini bilmiyorum" yazan şair.

Üçüncü nedene gelince, bir kafe bu.

Aslında ahım şahım bir yanı yok. Ama gittiğim yabancı şehirlerde "işte benim yerim" diyeceğim bir kafe arar ve bulurum. Lizbon'daki önceden belliydi. Yıllarca aklımın bir köşesine yazmıştım.

Brasileira...

Ama futbol koşuşturmacası içinde bir türlü oraya varıp uzun uzun oturma fırsatı bulamadım. Final günü öğle üstü karşıma çıktı bu güzelim mekân ve ancak kısa bir süre kalıp tek bir fincan kahve içebildim.

***


Malum, kahvenin anavatanı Brezilya, zamanında Portekiz'in sömürgesiydi.

Zengin Lizbonlular küçük bir Rio de Janeiro inşa etmek hevesine kapılmışlardı ve o semtin ortasına da 1905'de Brasileira'yı kondurdular.

Ama kafenin asıl ünü sonra geldi; 1920-30 arası kafeyi başta Fernando Pessoa olmak üzere yazarlar, ressamlar, tiyatrocular mesken tutunca, kafe şehrin gözdesi oldu.

Yanımda oturan Ece ve Mansur'a çaktırmadan, bir yandan koyu ve sade kahvemi içtim, bir yandan da "vendo a vida/a distancia a que esta" ("hayata uygun mesafeden bakmalı") diyen Pessoa'nın günlerini geçirdiği bu mekânın her santimetre karesini beynime kazıdım o kısacık sürede.

***


Lizbon'u anlatan kitaplar da, turist rehberleri de ağızlarından depremi düşürmezler.

Depremin şehri vurduğu tarih (1 Kasım 1755) depremden henüz 5 yıl önce ağır darbe almış bizim gibilere "tarih-öncesi" gibi geliyor ama öyle böyle değil, şehirde taş taş üstünde kalmamış.

Bilimadamları o depremin büyüklüğünün 9'dan yukarıda olduğunu tahmin ediyorlar.

Lizbon dendi mi, o zamanlar şehrin yöneticisi olan Pombal Markisi'nin şu sözü de anılıyor: "Derhal ölülerinizi gömün ve hayatı beslemeye başlayın."

Şehir gerçekten de kısa sürede yeniden inşa edilmiş.

Ama mesela bugün birçok sosyal tarihçi Lizbon fadosunun müziğindeki hüznü romantik teorilerle değil de, o depremin sosyal hafızada açtığı derin yarayla açıklıyor. (Lizbon fadosu dememin nedeni Portekiz'e özgü bu müziğin her şehirde ayrı bir renk kazanması Lizbonlular sözgelimi Porto fadosunu kendilerine çok yabana buluyormuş!)

***


Şimdi "gelelim şu karides, yengeç, İstakoz şölenlerine" diyeceksiniz...

Sevgili biraderim Mansur (Forutan), Corinthia Alfa Hotel'in 714 no'lu odasından Sabah'a geçtiği yazısında Okyanuslarda Doğal Hayatı Koruma Örgütü üyesi havasına girerek bizim Tico Tico restorandaki halimize tatlı üslubuyla şöyle bir dokundurmuş.

8 kişilik masamızın halini "Doğa katliamı" olarak değerlendirmiş Mansur.

E, ortaya gelen dev tabağın ve masanın manzarası biraz tuhaftı doğrusu, haklı. (Kendisinin "böcek'lere el sürmeyişinin nedeninin alerji olduğunu da buraya sıkıştırıvereyim!)

Portekizliler denizci bir halk.

Önce kâşif olmuşlar, hemen ardından sömürgeci.

Uzun zamandır da denizden "böcek" çıkartarak ekmeklerini kazanıyorlar.

Sömürgeci ve denizci Portekizlilere bugünün balıkçı-böcekçi Portekizlilerini bin kez tercih ederiz...

Öyle değil mi?

DİĞER YENİ YAZILAR