“Biraz ciddiyet lütfen!”

Haberin Devamı

İki gündür posta kutuma düşen “ülke güncel tartışmalarla yıkılıyor, siz neler yazıyorsunuz” kıvamındaki mektuplara hiç şaşırmıyorum.

Sen misin, uzun bir aradan sonra geçen cumartesi aşk-meşk konularına girip insanın kendine bile itiraf etmekte zorlanacağı “sevip de hoşlanmama; hoşlanıp da aslında sevmeme” hallerine değinen!..

Sen misin, geçen pazartesi taze biberiye kokusuna dikkat çeken...

E... Bir kısım okur da kızar elbet!

Bilirim, hayatı ve siyaseti futbol maçı gibi algılayıp yazardan düşünce ya da duruş değil de “taraftarlık” bekleyenlere anlatamazsın derdini!

Kendi ezberlerinin köşe yazarları tarafından tekrarlanmasını “fikir alışverişi” sananlara hiç anlatamazsın!

***

Çok azı saf ve samimi, çoğunluğu sinsi ve sahte bu tür tepkilere aldırmamayı öğreneli çok oldu.

Ama bu mektuplardan en tipik olanı üzerinde biraz duracağım.

Neden? Çünkü benim siyasal-sosyal bakışımı derinden ilgilendiren bir yanı var.

Başlığı “Biraz ciddiyet lütfen” diye atılmış mektup şöyle:

“Hayat Bodrum’da akşam güneş batarken elinde şarap ile kumsalda kitap okumak veya sevgiliye sarılmak değil Haşmet bey. Ülkede birbirinden ciddi yığınla sorun varken bu tür yazılar yazmanız bana bu adam hangi dünyada yaşıyor dedirtiyor. Bir yazar olarak yapmanız gereken ülke sorunları ile ilgili toplumu aydınlatmanızdır.”

***

Hiç “Bodrum’da akşam güneş batarken elinde şarap kumsalda kitap okumak”lı falan bir yazı yazmadım bugüne kadar..

Aklı sıra yazarı horlayayım diye uydurulmuş bu imge anlamlı!

Çünkü okurun bilinçaltındaki arzu ve takıntıları ortaya koyuyor.

Ah insanoğlu!

Sabah akşam bir sevgili hayali kurar, sevgiliye sarılmanın hayalini...

Ya da vardır bir sevgilisi ama iyi yürümüyordur ilişki!

Sırf bu yüzden ağzının tadı bozuluyor; sırf bu yüzden kafasını işine gücüne veremiyor; sırf bu yüzden şu “çok önemli ülke sorunları” nı hiç umursamıyordur!

Ama aynı insan yeri gelince “sevgiliye sarılmak” üzerine iki çift laf etmiş köşe yazarına çemkirmeyi görev biliyordur!

Oysa...

Biz “küçük insanlar” küçük hayatlarımızda yenildiğimiz sürece makro planda bir siyasal-sosyal zafer kazanmamız imkânsız.

Biz yalancıysak, içimizdeki şiddet ve haset ruhumuzu kemiriyorsa, kendi statü arayışımızı el üstünde tutuyorsak, bu ülkenin siyasal düzeyde doğrucu, barışçı, uzlaşmacı olması mümkün mü?

Ancak “sevgiliye sarılmayı” dert ve hedef edinmiş, güneş batımlarının tadını çıkartmayı bilen bir toplum ülke sorunlarını da “acısız” çözebilir!

“Bu adam hangi dünyada yaşıyor?” sorusuna gelince...

Amerikalı bir sosyal hizmet uzmanı çektiği sıkıntıyı anlatmıştı bir zamanlar, onu hatırladım.

ABD’de kalma izni isteyen; hem Şah döneminde hem de ardından gelen molla rejiminde epeyce eziyet görmüş, işkencelere uğramış bir grup İranlı’ya psikolojik hazırlık evresinde yardımcı olması talep edildiğinde görevden kaçmak istemiş.

“O ülkenin sorunlarını bilmiyorum, hem bu insanlar çok işkence çekmiş; bunlar insan posası artık, ben onlara nasıl yardım edebilirim ki!” diye sızlanmış üst makamlarına.

Sonra işe koyulunca ne görsün!

İranlı sürgünlerin neredeyse tamamı ona uzaktaki çocuklarına duydukları özlemden; mülteci kampındayken âşık oldukları kadından şimdi ayrılacak olmanın acısından; burunlarında tüten Tahran pilavının kokusundan söz ediyorlar!

***

Ha! Bir de şu “toplumu aydınlatma” konusu var değil mi? (Ki köşecilerin çoğu bizzat karanlıktadır; ne hayatı yaşarlar ne de bir konu hakkında okur, çalışırlar; varlıkları sloganlar üzerine kuruludur!)

Hiç kandırmayalım birbirimizi!

“Toplum” gibi yuvarlak kelimelerin arkasına sığınmayalım.

Biraz ciddiyet lütfen!

Bu lafları eden okurların asıl istediğinin kendi düşüncelerinin yazar tarafından tasdik edilmesi olduğunu bilmeyen, anlamayan var mı?

Benim bu konudaki yaklaşımıma gelince...

Okurla el ele tutuşup birlikte düşünmek, birlikte cevap aramak, birlikte hissetmektir.

Olursa, ne âlâ!

Olmazsa, herkes kendi yoluna!

DİĞER YENİ YAZILAR