62 yıl önce Tokyo’da bir gece

9 Mart 1945. Gece yavaş yavaş Tokyo üzerine iniyor.Hava yumuşak. Bulutlar çekip gitmiş, gökyüzü açık

Haberin Devamı

9 Mart 1945. Gece yavaş yavaş Tokyo üzerine iniyor.Hava yumuşak. Bulutlar çekip gitmiş, gökyüzü açık.

Savaşın ve militarist rejimin yıllar süren ağırlığından bitkin düşmüş şehir sakinleri bu gece bir nebze olsun, gülümseyerek yataklarına çekiliyor. Çünkü çok sert kış koşulları bu sabahtan başlayarak yerini bahar havasına terk ediyor.

Saat 22.00 suları.

Birden sirenler çalmaya başlıyor.

İki Amerikan uçağı şehrin semalarında şöyle bir dolaşıp kayboluyor. Panik çabuk geçiyor fakat ortalığı hain bir sessizlik sarıyor.

Korkuyorlar. Çocuklar titreyip annelerine sarılıyor.

Nitekim 2 Saat sonra B-29 Superfortress’lerin korkunç gürültüsü işitiliyor. O kadar çoklar ki, gürültüleri sirenlerin sesini bastırıyor.

Kısa süre sonra yangın bombaları gökten kum gibi yağmaya başlıyor.

Tokyo yanıyor, çoluk çocuk yanıyor...

Bir Fransız gazeteci “Cehennem varsa eğer, bundan daha sıcak olamaz” diye not düşüyor defterine.

Korkunç bir plana göre işliyor bombardıman: Önce şehrin dış mahalleri daire şeklinde bombalanıp yakılıyor. Ateş çemberi dedikleri bu olsa gerek.

Halk dışarı kaçacak yol bulamıyor. Her yeni hava akını tonlarca yangın bombası bırakarak ateş çemberini daraltıyor.

Şafağa kadar bombardımana katılan uçakların sayısı 334’ü buluyor.

Hemen tamamı sivillerden oluşan 84 bin insan oracıkta kül oluyor. Yüz binden fazla Tokyolu da ağır yaralanıyor ve büyük bölümü o hafta içinde hayatlarını kaybediyor. İki gün sonra şehre gelen tarafsız gözlemciler kumu andıran insan küllerinden oluşmuş tepeciklerin üzerinden bisikletle geçecekler...

Bombardımanın ardından açlık patlak veriyor.

Nisan ayında barış yanlısı amiral Suzuki, başbakanlığa getiriliyor.

***

Bütün bunlara rağmen...
Deniz ve hava kuvvetleri artık varlık gösteremeyecek hale düşen, sivil halkın ise yiyecek bulmakta bile zorluk çektiği Japonya’ya teslim olması için diplomatik baskı ve askeri ambargo uygulamak yerine atom bombası atma yolu seçiliyor.

6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya atom bombası atılıyor. Yetmiyor, üç gün sonra da Nagasaki’de patlatılıyor.

Yani Tokyo’da onca insanın ölmesi Hiroşima ve Nagasaki’deki masum halkı kurtaramıyor.

Bugün Hiroşima ve Nagasaki’yi biliyoruz. Bu büyük acı dünyanın her yanında anılıyor, tartışılıyor. Üzerine şiirler, romanlar yazılıyor, filmler çekiliyor.

Fakat meraklısı hariç, o insafsız Tokyo bombardımanını bilen var mı? Oysa Tokyo bombardımanında ölenlerin sayısı, iki atom bombasının patlamasıyla ölenlerden daha fazladır.

Benzer durum 13-15 Şubat 1945’te Müttefik Hava Kuvvetleri’nin Dresden’i yerle bir eden bombardımanı için de geçerlidir. Hep Londra semalarında uçan Nazi uçaklarını hatırlarız; filmler, romanlar zihnimizi onlarla doldurmuştur ama Dresden’de ölen 50 bin kadın ve çocuk zihinlerimizde hiç iz bırakmamıştır.

***

Geçen gün Clint Eastwood’un “Iwo Jima’ya Mektuplar” filmini henüz izlemiş arkadaşlarımla sohbet ediyorduk.

Biri “gördüğüm en ilginç 2. Dünya Savaşı filmiydi” dedi; “Iwo Jima Adası’nda iki gün içinde biter sanılan ama 40 gün süren muharebe Japonların gözünden anlatılıyordu.”

Öteki “İyi de, filmdeki Japonlar yine Amerikan gözüyle resmedilmişti” karşılığını verdi; “Hepsi ya intihar manyağı ya da inatçı şaşkınlardı!”

Bana “sen görecek misin filmi” diye sorduklarında başımı “hayır!” anlamında salladım.

Tokyo bombardımanını anlatan dürüst bir film yapılıncaya kadar Japon-Amerikan Savaşı’nı anlatan bir film izlemeyeceğim artık!

Tamam. Japon militarizmini ve gaddarlıklarını biliyoruz. O dönem Japonya’sının anlayışla karşılanacak hiçbir yanı yok!

Ama kazananların yazdığı popüler savaş tarihini de yeterince yaladık yuttuk! Yeter!

Tuzaklarla, yalanlarla, seçici körlükler ve hafıza kayıplarıyla dolu bu tarihi sonuna kadar kabullenmek zorunda mıyız?

Hem savaşta hem de savaş tarihinde asıl kaybeden sivil halk oluyor hep! İsyanım buna!

***

Aşk yazılarını okuyorum da...
Aşk üzerine “evcilik oyunu”ndan söz eder gibi yazanlar var.

Aşkı bir tür “baştan çıkartma dansı”, flört, fingirdeme veya “seviyeli arkadaşlık” olarak algılayıp uzun uzadıya fikir yürütenler var.

Okuyorum. İnanamıyorum!

Hele aşkın acılarını “iletişim sorunu” olarak görenleri hiç anlamıyorum.

Oysa Kathy Acker’i hatırlıyorum.

“Âşıkların iletişime ihtiyacı yoktur, onlar yaralarına bakıp tanırlar birbirlerini” diye yazmıştı.

DİĞER YENİ YAZILAR