İlacın F-16’sını üretiyorlar

17 Ekim 2018

ABD’nin Boston şehrindeyim. Burası ülkenin en seçkin Harvard, MIT, Boston, Northestern, Suffolk, Berklee gibi 52 üniversitesinin bulunduğu bir açık hava kampusu görünümünde. 152 bin öğrenci, sadece yemesi içmesi, ailelerinin geliş gidişiyle ekonomiye yılda 1.7 milyar dolar katkı sağlıyor. Dünyanın en akıllı beyinlerinin yeni uğraşı alanı ise biyoteknoloji (Biotek). Biyoteknoloji, insan hücrelerine mühendislik yollarla müdahale edilerek yapılan spesifik ilaçları kapsıyor.

Üretim-yatırım ekosistemi

Boston’da 10 yılda bu endüstriye yatırım yapan şirket sayısı yüzde 28 arttı. Devletin sağlık yatırımlarının yüzde 80’i Boston’a akıyor. Hiçbir sektör şu an bu işten daha parlak değil. Boston; Silikon Vadisi’nin olduğu San Francisco’yu bile geçerek en parlak beyinleri, en büyük ilaç şirketlerini ve startup’lara para yatıran en iştahlı Venture Capitalistleri bir araya getiren bir eko-sistem oldu. Bu şehirde her gün 35 bin kişi ilaca kafa patlatıyor, akademik keşifler anında yatırımcı buluyor, onayın ardından derhal üretime geçiliyor.

Uluslararası gazetecilerle birlikte Fransız ilaç şirketi Sanofi Genzyme’in konuğu olarak gittiğim Boston’da şirketin fabrikasını gezdik. Sanofi; pazar payı ile Türkiye’nin üçüncü ilaç firması. Lüleburgaz’daki fabrikası Türkiye’nin en büyük ve en gelişmiş ilaç üretim tesisi. Her 9 kutu ilaçtan 1’i bu tesisten çıkma.

Boston Framingham’da da uzay üssü gibi fabrikada biyoteknolojik ilaçların yapımına şahit olduk. Üretimi 90 gün süren biyotek ilaçlarını bilim adamı Huawei Qiu şöyle tanımlıyor: “Ecza dolabınızdaki ağrı kesiciler bisiklet, insulin ilaçları ise araba üretmek gibiyse; biyotek ilaçlarını F-16 ya da Boeing uçağı yapmak gibi düşünebilirsiniz.” Bu ilaçların test aşaması bile 10-12 yıl sürüyor, her bir ilaç için başarılı olsun olmasın 2.5 milyar dolarlık yatırım yapılıyor. Biyotek ilaçlar, başta kanser olmak üzere kronik ve tedavisi zor (Parkinson, MS) hastalıklar da dahil birçok çaresiz hastalığı iyileştiriyor. Ayrıca kimyasal haplara göre etkisi çok daha uzun, hatta kişiye özel. Hastalığa kimyasallar (haplar gibi) ile değil, yaşayan proteinlerle (enzimlerle) müdahale ediliyor.

Boston’da 5 bin çalışanıyla en büyüklerin başını çeken Sanofi Genzyme’in hedefi de işte bu yeni tedavi yöntemini kullanarak, kanser dahil birçok çaresiz hastalığı yenmek. Şirketin Başkan Yardımcısı Bill Sibold, Cambridge’teki Sanofi genel merkezinde “Şu gördüğünüz 4 blok çaplı (1 mil) küçük alanda 120 biyoteknoloji şirketi harıl harıl yeni ilaçlar bulmak için çalışıyor” diyerek söze başlıyor. Sanofi’nin piyasada kendi geliştirdiği 20’nin üzerindeki biyoteknolojik ilaçla birçok hastalığın sadece semptomlarını değil, kendisini de yendiğini söylüyor. Buna halk arasında egzema diye bilinen (atopik dermatit) de dahil. Sanofi’nin Gelişen Pazarlar Başkan Yardımcısı Jean-Luc Lowinski sağlık yatırımının geleceğin işi olduğunu vurgulayarak, kişiye özel ilaçların pek yakında piyasa sürüleceğini müjdeliyor. 100 ülkedeki yıllık satışı 34 milyar doları bulan Fransız firmasının 2020 hedefi ise onkoloji, kalp, diyabet, astım, damar sertliği, dermatit alanlarında 6 yeni biyoteknolojik tedavi geliştirmek.

Devamını Oku

21. yüzyılda ne ile karşı karşıyayız?

28 Eylül 2018

Bu sözler çok satan Sapiens ve Homo Deus kitaplarının yazarı Yuval Noah Harari'ye ait. Yazarın kısa sürede best-seller olan 21'inci Yüzyıl İçin 21 Ders adlı son kitabı, öncekilerin aksine geçmiş ve geleceği değil, günümüzü değerlendiriyor.

Şu an karşımızdaki en büyük zorluklar ve seçimler ne? Nelere dikkat etmeliyiz? Çocuklarımıza ne öğretmeliyiz?

Kitap; iş, özgürlük, eşitlik, savaş, din, göç, milliyetçilik gibi 21 temel başlıkla, günümüz sorunlarını ve bizi bekleyen acı gerçekleri masaya yatırıyor.

Mesela pek farkında değiliz ama, sanayi devriminden bu yana en büyük değişim yaşanıyor. Teknoloji, robotlaşma ve yapay zeka baş döndürücü hızla geliyor. Milyarlarca kişi işsiz kalacak. Belki de 21'inci yüzyılın halk ayaklanmaları, insan sömüren sermaye sahiplerine karşı değil de artık kendilerine ihtiyaç duymayan sermaye sahiplerine karşı yapılacak.

Ve liberalizmin artan işsizliğe karşı üretebileceği bir çare de görünürde yok. O yüzden dünyanın her köşesindeki demokrasilerde aşırı uçlara fikirlere yönelme var. 1920'lerde tarımda makineleşme ile işten çıkartılan bir tarım işçisi, traktör fabrikasında iş bulabiliyordu. 1980'lerde işsiz kalan bir fabrika işçisi süpermarkette kasiyer olarak işe başlayabiliyordu.

Şimdi durum aynı değil.

2020'de işini robota kaptıran bir kasiyerin ya da tekstil işçisinin artık veri analizcisi, kanser araştırma testi uygulayıcısı, insansız uçak operatörü ya da yarı insan yarı yapay zekadan oluşan bir bankacı ekibinin parçası olarak çalışmaya başlaması gerekiyor. Fiziksel güç gerektiren işler robotların çalışma alanına girerken, geriye sadece beyin gücü bilgisine dayalı zor sofistike işler kaldı.

Suriye semalarında uçan insansız hava uçakları belki savaş pilotu gerektirmiyor ama askeri üste 30 kişilik yer ekibine ve toplanan bilgilerin analizi için en az 80 kişiye daha ihtiyaç duyuluyor. İşsiz bir kasiyerin başlayıp birkaç aylık eğitimle üstesinden gelebileceği kolaylıkta işler değil bunlar?

Devamını Oku

21. yüzyılda ne ile karşı karşıyayız?

27 Eylül 2018

Dünyanın neresinde yaşadığınızla bağlantılı olarak çocuklarınıza ya bilgisayar kodu yazmayı ya da hızlı silah çekip düzgün ateş etmeyi öğretin.

Bu sözler çok satan Sapiens ve Homo Deus kitaplarının yazarı Yuval Noah Harari’ye ait. Yazarın kısa sürede best-seller olan 21’inci Yüzyıl İçin 21 Ders adlı son kitabı, öncekilerin aksine geçmiş ve geleceği değil, günümüzü değerlendiriyor.

Şu an karşımızdaki en büyük zorluklar ve seçimler ne? Nelere dikkat etmeliyiz? Çocuklarımıza ne öğretmeliyiz?

Kitap; iş, özgürlük, eşitlik, savaş, din, göç, milliyetçilik gibi 21 temel başlıkla, günümüz sorunlarını ve bizi bekleyen acı gerçekleri masaya yatırıyor.

Mesela pek farkında değiliz ama, sanayi devriminden bu yana en büyük değişim yaşanıyor. Teknoloji, robotlaşma ve yapay zeka baş döndürücü hızla geliyor. Milyarlarca kişi işsiz kalacak. Belki de 21’inci yüzyılın halk ayaklanmaları, insan sömüren sermaye sahiplerine karşı değil de artık kendilerine ihtiyaç duymayan sermaye sahiplerine karşı yapılacak.

Ve liberalizmin artan işsizliğe karşı üretebileceği bir çare de görünürde yok. O yüzden dünyanın her köşesindeki demokrasilerde aşırı uçlara fikirlere yönelme var. 1920’lerde tarımda makineleşme ile işten çıkartılan bir tarım işçisi, traktör fabrikasında iş bulabiliyordu. 1980’lerde işsiz kalan bir fabrika işçisi süpermarkette kasiyer olarak işe başlayabiliyordu.

Şimdi durum aynı değil.

2020’de işini robota kaptıran bir kasiyerin ya da tekstil işçisinin artık veri analizcisi, kanser araştırma testi uygulayıcısı, insansız uçak operatörü ya da yarı insan yarı yapay zekadan oluşan bir bankacı ekibinin parçası olarak çalışmaya başlaması gerekiyor. Fiziksel güç gerektiren işler robotların çalışma alanına girerken, geriye sadece beyin gücü bilgisine dayalı zor sofistike işler kaldı.

Devamını Oku

Yırtık 5 Euro nasıl kendini tamamladı!

8 Eylül 2018

Bir pazar sabahı evde annemle baş başa, kahvaltıdayız. Radyoda Bulutsuz Özlemi’nin şarkısı kulağıma çalınıyor;

Sözlerimi geri alamam

Yazdığımı yeniden yazamam

Çaldığımı baştan çalamam

Bir daha geri dönemem

-Bak, diyor annem sakince, çayından bir yudum alarak, “Sana bir şey anlatacağım inanamayacaksın! Beş ay önce teyzenle hafta sonu Yunanistan’a Dedeağaç’a geçmiştik ya, yiyip içip eğlenmiştik. Yunan lokantalarından birinde para üzeri olarak 5 euro getirmişler. Ben de bakmadan cebe atmışım. Türkiye’ye dönünce bir de ne göreyim paranın kenarı yırtık. Ne döviz büfeleri, ne bankalar nereye götürürsem götüreyim bir türlü tek köşesi kopmuş banknotu almayı kabul etti. Parayı rulo yapıp evde büfenin üzerindeki kasenin içine bırakmıştım. Belki günlerce, yattığım yerden kafamı meşgul etti o yırtık euro. Ara ara gözüme çarptıkça hayıflandım, canımı sıktı. Sonra geçenlerde evi temizlerken dikkatimi çekti. Aldım kaseden atmak için. Bir de ne göreyim! Banknotun hiç bir köşesi yırtık değil. Gözlerime inanamadım, dikkatlice bir daha baktım yok, yırtık artık gitmiş. Şimdi ben bunamadığıma göre, bu para nasıl düzeldi, anlatır mısın?

Tek kaşımı kaldırıp anneme tebessümle “Yırtık tamamlanamayacağına göre belki de sen bunuyorsundur” dedim ve kahkahayı patlattık. Ama her ikimiz de annemin akıl çarklarının zehir gibi işlediğini gayet iyi biliyorduk.

Annemin bu metafiziksel deneyimi, bana kuantumun en gizemli deneylerinden birini hatırlattı. Nedir bu? 1900’lerin başında Einstein, Bohr, Planc, Bohm gibi fizikçileri hayrete düşüren ışık deneyini... Şöyle ki; ışığı oluşturan atomlar, ki biz bunlara foton diyoruz, normalde dalgalar halinde yayılıyor. Deniz dalgası, radyo dalgası, ses dalgası gibi havada daireler çizerek ilerliyor. Ancak biz bu dalgaları ne zaman gözlemlemeye, ölçmeye kalkışsak, ışık bir anda dalga halinden, parçacık haline (mermi gibi tane tane) dönüşüveriyor. Sanki ışık gözlenip gözlemlenmediğini biliyor. Sadece ışık değil evrendeki tüm elektronlar, atomlar, moleküller de aynı şekilde davranıyor.

Devamını Oku

Az sus da maçı izleyelim

1 Eylül 2018

Televizyonun daha Türkiye’ye gelmediği yıllarda futbol meraklıları, önemli maçlarda radyonun başından ayrılmazdı. Spikerler maçın heyecanını, hızlı temposunu radyo başındakilere sanki sahada izliyormuşçasına yansıtırdı. Oyunun durgunlaştığı anlarda ise teknik bilgiler verirlerdi.

Büyüklerimizden işitirdim Muvakkar Ekrem Talu, Sulhi Garan gibi unutulmaz isimleri. Pertev Tunaseli’nin o lezzetli maç anlatımına yetişemedim ama Orhan Ayhan’lı dönemleri bilirim. Halit Kıvanç üstadı da herkes severdi. Sesinin yatkınlığı, espri yeteneği, futbol bilgisiyle maçı ondan dinlemek bir zevkti.

Sonra TV dönemi başladı. Siyah beyazdan renkliye, 3D’den 4K’ya derken şimdilerde maçları dev ekranlardan sahadaymış gibi izliyoruz. Pozisyonları; hemen akabinde değişik açılardan verilen tekrarlarıyla VAR hakemiyle aynı netlikte görebiliyoruz. Özellikle Premier Lig’teki İngiliz yorumcuları da dinleme fırsatı bulduğumuzdan, bizimkilerle farkı kıyaslayabiliyoruz. Orada işini bilen spikerler anlatımları ile yardımcı bilgiler verip, seyir zevkini bozmamaya özen gösteriyor. Türkiye’de ise ekranda bir spiker kıyametidir gidiyor.

Hadi çok kritik maçtır, hayati maçtır anlarım; ama sıradan bir maçta dahi gol olunca spikerlerin gereksiz yere bağırmasına, golü kendileri atmışçasına sevinmelerine ve bu arada pozisyonu üç saniyede geçiştirip kalanını heybetli laflarla süslemelerine tahammül edemiyorum.

Bazıları ne yazık ki hala radyo spikeri gibi sizin gözünüzle gördüğünüz maçı, hızlı ve bağırarak anlatıyor. Hem kendini helak ediyor, hem de ekran başında keyfinizin içine okuyor. Spikerlerin yanında bir de yorumcular var. Genelde eski futbolcular ya da antrenörler. Bunlar da ikiye ayrılıyor...

Çok azı kritik pozisyonları izah ederek işini doğru yapmaya çalışırken, büyük kısmı susmak bilmiyor. Bilgili olduğunu göstermek için oyuncuların nasıl oynaması gerektiğini anlatıyor, teknik direktöre taktik ve tavsiyeler veriyor. Yanlış takım çıkardığını söylüyor, taktiğinin hatalı olduğunu ileri sürüyor, takımın nasıl oynaması gerektiği konusunda bir yığın laf ediyor. İnsanın “Kardeşim madem bu işi bu kadar iyi biliyorsun, TV’de çene yoracağına git bir takımı çalıştır, becerini göster” demek geliyor. İngiliz yorumcularda ise böyle konuşmalara hiç şahit olmuyorum.

Ya da maçın heyecanı ve atmosferinden koparak lüzumsuz istatistiklere, bilgilere dalıyorlar. Sahadaki futbolcunun kardeşinin bilmem nerede futbol takımı çalıştırdığından dem vuruyorlar. Bana ne!

Güzel maç anlatımıyla beğenerek izlediğim Ercan Taner’in bir röportajı aklıma geldi; “Çok konuşmak seyirciyi yorar” demişti değerli spor adamı. TRT’nin 33 yıllık duayen spikeri Levent Özçelik de “Pazarcılar gibi maç anlatılmaz. Heyecanlanıyormuş gibi yapmayacaksın. Sesle oynarsan maç anlatamazsın. Kelimeleri uzatmamak, Türkçe’nin melodisiyle oynamamak gerekir” derdi.

Devamını Oku

İyi uyu, iyi yönet!

25 Ağustos 2018

Liderler ve yöneticiler arasında uykusuz giderek yayılıyor. Amerika’da 1985’te günde 6 saat uyuyan yönetici kesim yüzde 22 iken, bu oran 2012’de yüzde 30’lara, bugünse yüzde 42’ye kadar yükselmiş. Birçoğu uykusuzluğun rakiplerini ekarte etmek için iyi bir enstrüman olduğu görüşünde...Günlük çalışma tempoları 12-16 saati buluyormuş.

Halbuki araştırmalar dinlenmenin faydasının, uykusuzlukla kazanılan birkaç saatten çok daha değerli olduğu gösteriyor. Yeterli uyku alındığında; hafıza kuvvetleniyor, edinilen duygusal deneyimler özümseniyor, beyin bir gün önce yakıt olarak kullandığı şekeri (glukoz) yerine koyabiliyor, karar verme yetisini bozan zehirli beta amyloidi (Azheimer hastalarında biriken bir madde bu) temizleyebiliyor.

8 saatten az uyulduğunda ise, yorgunluk baş gösteriyor. Belki “Ben yorgunluk hissetmiyorum” diyebilirsiniz ama kendini kontrol edememek de, işte o gün yaratıcı olamamak da yorgunluk alameti...

Ayrıca uykusuzluğun az bilinen bir de ikincil zararları var. Patron uykusuz geldiğinde, çalışanlarının verimi de düşüyor. Çabuk sinirlenen ve çalışanların hatalarına tahammül edemeyen, hakaret eden birine dönüşüyor.

En az 8 saatlik uyku şöyle dursun, şirketler artık çalışanlarına öğleden sonra 30 dakikalık kestirmenin bile yolunu açıyor. Çünkü araştırmalar saat 2 ile 3 arası 20 dakikalık kısa dinlenmenin kişiyi daha yaratıcı kıldığını ortaya koyuyor. Amazon’un sahibi Jeff Bezos da en az 8 saat uyuyanlardan... Bezos “Birkaç kritik işi salim kafayla halletmek, çok sayıdaki önemsiz işi yarım akılla halletmekten daha önemli” diyor.

Harvard’dan mezun olan 70 bin dolarla işe başlıyor

ABD’de Ivy League (Sarmaşık Ligi) diye tabir edilen üniversitelerden mezun olanlar ilk yıl ne kadar kazanıyor, diye bir araştırma yapılmış. Master olmaksızın direkt iş hayatına atılan öğrencilerin kazançlarına bakılmış, sonuçlar şöyle;
En çok kazananlar listesinde ilk sırada California’daki özel sanat okulu Harvey Mudd College var. Yeni mezunlar yılda ortalama 81 bin dolar kazançla işe başlıyor. 10 yıllık deneyimin ardından kazançları yıllık 155 bin dolara yükseliyor.
Princeton Universitesi yeni mezunları ilk beş seneyi yılda 69 bin dolar maaşla tamamlıyor. Aynı sektörde 10 yıla dayanınca maaşları 148 bin dolara yükseliyor.
Teknoloji ve mühendisliği merkeze alan MIT Üniversitesi mezunları yıllık 81 bin 500 dolara işe başlıyor. 5 yılın ardından maaşları yılda 147 bin dolara yükseliyor.
Harvard Üniversitesi mezunlarının en düşük kazancı ise yılda 70 bin dolar. Üniversiteden mezun olan 700 kişiden en başarılı, creme de la creme, 140 öğrencinin başlangıç maaşları ise yıllık 90 bin dolar.
Araştırmalar mezun olup master yapmanın, işe başlangıç maaşı üzerinde çok da bir fark yaratmadığını gösteriyor.
Türkiye’de İTÜ, ODTÜ gibi bir okuldan mezun olan iyi bir mühendis, iyi bir kurumda 4000-4500 TL. gibi aylık maaşla işe başlıyor. Hukuk okuyanlarla; Boğaziçi, Koç, Sabancı’dan iktisadi idari bilimler okuyarak mezun olanlarsa aylık 3000-3500 TL’den işe başlıyor. 3 yılın sonunda aylık 5 bin TL’ye gelebiliyorlar.

Devamını Oku

Boyalı kuş olmak mı olmamak mı?

18 Ağustos 2018

Yaşadığımız ortama hemen uyum sağlama telaşındayız. Kabul görmemek, dışlanmak çoğumuzun korkusu... Yıllar önce Beyoğlu’ndaki bir kulüpte, gazeteci yazar arkadaşlarla entel bir sohbete girişmişken, yan masadan birinin uzanıp, -kendini gösterecek ya- “Siz Taksim Gorki’yi bilir misiniz?” diye atlayışını hiç unutmam. “Gayet tabii, hatta Taksim’de bir dönem gazino da işletmişti o!” diye cevap vermişti fırlama ağabeylerimden biri...

Topluma uyumu ve uyumsuzluğu düşündüğümde aklıma nedense Boyalı Kuş romanı gelir. Polonyalı yazar Kosinski, İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudi oldukları için Nazilerin hışmına uğrayacaklarını bilen anne-babası tarafından saklaması için çiftçiye teslim edilen 4 yaşındaki bir çocuğun gözünden katliamı anlatır. Savaşın vahşetinden dili tutulan çocuk, o köyden bu köye dolaşıp durur, itilip kakılır. İşte bu zorunlu yolculukların birinde, kitaba ismini veren olaya da şahit olur.

Kuşçu (avcı) sürüden bir kuş yakalar, onu birkaç gün evde kafeste beklettikten sonra, hayvanın her yanını parlak mavi kırmızı yeşile rengârenk boyar. Ormanda, kuşu ayaklarından tutarak sallar, tepelerinde onun bağrışına gelen yeteri kadar kuş toplanmasını bekler. Sonra bırakır kendi sürüsünün içine boyalı kuşu. Boyalı kuş özgür olduğuna emin, katılır sürüye. Onlarsa kendilerinden biri olmadığını zannedip, gagalayıp parçalarlar garip misafiri... Zavallı kuş, tüyleri yolunmuş kan içinde yere düşer.

Bu çarpıcı “boyalı kuş” öyküsü aslında çocuğun içine düştüğü durumu gayet net anlatır. Çocuk savaşın ve yoksulluğun “hayvanlaştırdığı” köylüler arasında yaşamaktadır. Köylüler sarı saçlı mavi gözlüdür. Çocuk ise esmer, kara kaşlı kara gözlü, burjuvadır. Köylülerin değil, okumuş burjuvaların dilini konuşur. Yahudi ya da çingene zannedilir.

Kendinden farklı olanı insanoğlu da aynı şekilde cezalandırmıyor mu? Sadece toplumlar değil, köylerde, mahallelerde, yaşadığımız, çalıştığımız iş yerinde, biraz aykırı giyinen, konuşan, eğitim düzeyi düşük ya da yüksek biri, diğerlerince hemen yalnız bırakılmıyor mu? Dışlanmıyor mu? Irk, din, dil, kültür çatışmaları, bu çağda bile olağan hızıyla devam etmiyor mu? Hemen her yerde boyalı kuşlar renklerini silip çevresine ayak uydurarak yaşamı tercih ederken; çok azı ise bunu kabullenmeyip hapse atılmayı, sürgün edilmeyi hatta öldürülmeyi göze almıyor mu?

Kitabın ilerleyen bölümündeyse; nefret ve kıyımın ortasında yaşayıp da, buna sessiz kalanları cezalandırır yazar Kozinski.. Yine çok çarpıcı kurgulanır hikaye... Bu kez, en yakın asker arkadaşı köy halkı tarafından vahşice katledilen bir Rus nişancısı baş roldedir. Keskin nişancı, arkadaşının tanınmayacak haldeki cesedini gördüğünden beri uyuyamamakta, haftalardır ızdırap çekmektedir. Yapılan ihaneti bir türlü affedemez. Savaş da kazansa, kahramanlık madalyaları da alsa, ruhu arkadaşının intikamını almadan huzura ermeyecek, hayatı boyunca acı çekecektir.

Devamını Oku