Naipaul meselesi üzerine

Haberin Devamı

Hindistan asıllı Trinidad Tobago doğumlu yazar V.S. Naipaul gelsin, gelmesin derken bu sefer gelemedi. Geçenlerde Antalya Film Festivali jüri üyesi Emir Kusturica’nın da başına benzer bir ‘misafirperverlik’ geldi. Bırakalım tartışmanın içeriğini, Türkiye’nin, bu hadiselere dışarıdan bakan, taraflı veya tarafsız herhangi bir gözlemcinin indinde hoşgörüsüz bir ülke olarak yaftalandığını bilelim. Yabancı basın her iki konuyu da topyekûn Huntington’un medeniyetler çatışması çetelesine yazdı. Hoşgörüsüzlüğü kimisi haklı, kimisi de haksız bularak!

Gelelim üstada. Daha geçen Temmuz yine bir 2010 etkinliği münasebetiyle İstanbul’da konuşan Naipaul tipik bir ‘Beyaz Hintli’. İslâm konusunda, Salman Rüşdi ile aynı dönemlerde tebarüz etmiş ama onunkinden daha radikal bir yaklaşımı var. Kabaca, İslâm’ın, ihtida eden milletlerin İslâm öncesi kültürlerini yerle yeksan ettiğini ve bu yüzden totaliter bir din olduğunu söylüyor. O fevkalade İngilizcesi ile. Endonezya, İran, Malezya ve Pakistan’ı gezerek bu ‘mühtedi uluslar’ üzerine yazdığı iki kitabın ana teması bu. Kara Afrika İslâmını konu alan ‘Afrika’nın Maskesi’ adlı kitabı da benzer bir önyargıdan hareket ediyor. Yazar, İslâm’ın sadece Arapların dini olduğunu, dolayısıyla Araplar dışında herkesin ihtida mağduru olduğunu iddia ediyor. Ve elbette bu duruşu da onu doğrudan İslâm karşıtlarının kucağına itiveriyor.

İslâm’ın totaliter bir din olduğu iddiası ziyadesiyle bayat ve köşeli. Bir tek İslâm yorumu mu var? Hıristiyanlık semavî dinler öncesi inanış biçimlerini aynı şekilde gayrimeşru ilân etmez mi? İngiliz kültüründen gelen Naipaul’un, Müslümanlaştırılmışlar kadar Hıristiyanlaştırılmış Kara Afrikalıların yaşadıklarını bilmemesi mümkün mü?

İslâm takıntısı

Naipaul’ün bu çerçevede en az incelediği ülke, anavatanı Hindistan. Takıntısının esas kaynağı olan Hindistan. Babür Mescidi meselesi etrafındaki davranışını hatırlatalım. Hindistan’ın Fayzabad bölgesi Ayodhya şehrinde bulunan ve 16. asırda Hindistan’ı fetheden Babür Şah tarafından 1527-28’de yaptırılmış olan Mescid, 1992’de radikal Hindu militanlar tarafından yıkılmıştı. Gerekçesi Mescid’in Hindu tanrılarından Rama’nın doğum yeri olarak bilinen kutsal bir mahalde inşa edilmiş olmasıydı. Akabinde çıkan ayaklanmalarda iki bine yakın insan can vermişti. Ayodhya faciası olarak geçen bu saldırı öncesinde ve sonrasında Mescid, Müslüman olan ve olmayan Hintliler arasında bir anlaşmazlık konusu olarak hep varolmuş. Tıpkı Yahudilerle Müslümanlar arasındaki Kudüs Al-Aksa Camii gibi. Tesadüfe bakın ki Hindistan adaleti Ayodhya baskını konusunda kararını geçen Eylül ayında açıkladı ve kutsal alanı üçe böldü. Müslümanlar için kutsal olan mekân gayrimüslimlerin elinde kaldı. Naipaul ise Ayodhya faciasını kınamadığı gibi bunun Hinduların ‘yaratıcı tutku’sunun eseri olduğunu söylemek küstahlığında bulunmuştu.

Naipaul İslâm takıntısı ve bunun özellikle Batı’da getirdiği şan, şöhret (ve Nobel ödülü) konusunda öncü. İsveç’te Bangladeşli Teslime Nesrin; Kanada’da Hint kökenli Ugandalı İrşad Manji; ABD’de Filistinli Walid Şuabat, Suriyeli Vefa Sultan ve Somalili Ayaan Hırsi Ali; İngiltere’de Pakistanlı Enver Şeyh; Hollanda’da İranlı Afşin Elian; Almanya’da Türk Necla Kelek ve Suriyeli Bassam Tibi islamofob akımın kâh edebî, kâh bilimsel iddialar taşıyan, skandal ile provokasyon arasında gidip gelen diğer temsilcileri.

Bu akımla baş etmenin yolu, temsilcilerinin Müslüman ülkelerde ifade özgürlüğünü, huzuru bozacağı iddiasıyla yasaklamak değil. Zira o vakit Naipaul’ün İslâm takıntısıyla, muhteremin bir Müslüman mahallesine gelmesini hazmedemeyenlerin yasakçılığı arasında fark kalmıyor. Voltaire’in ‘söylediklerinize katılmıyorum ama bunları dile getirebilmeniz için sonuna kadar mücadele edeceğim’ sözü geçerliliğini korumalı. İstanbul’da toplanan Yazarlar Parlamentosu tam da bu meseleleri tartışmak için çok cazip bir mecra idi, yazık oldu.

DİĞER YENİ YAZILAR