Yerli turist olmak zor iş... Ölüdeniz part: 2

Haberin Devamı

Ölüdeniz’de yediğimiz içtiğimiz harcamaların çoğunu kredi kartı ile ödeyemedik. Bir kaç işletmede ödeye bildiklerimizde ise eski sistem, doğru masanızdan kasaya... Sonra da üstelemedik. Ölüdeniz’de yerli turist olmak biraz ağır iş... Hedefi Kelebekler Vadisi’ne çeviren bir ekip ile tekne turuna çıktık. 1995’de 1’inci derecede doğal SİT alanı ilan edilen ve her türlü yapılaşmaya kapatılan kayalık ve çamlık vadide, milyarlarca kelebeğin kayalarda, ağaçların gövdelerinde ve yapraklarında buluşmasından dolayı bu ismi almış. Efsane kıyıda, şeleyi görmek için zorlu yürüyüşümüz uzun sürdü. Küçük şelalenin soğuk suyu bizi o sıcaktan kurtaran ve rahatlatan tek şey oldu.
Kelebekler nerdeydi? Dağ, çiçek, böcek çekerken kelebek arayışımızın sonucunda, acaba nesli mi tükendi telaşımız başlarken, karşımıza çıkan iki üç kelebek bizi epey rahatlattı.
Terk edilmiş diyar: Kayaköy
Çılgın arkeleog arkadaşımız Filiz, “Kayaköy’ e gidelim” diye tutturdu. Orada Ayça abla ile tanıştık. Çılgın ve orta yaşı biraz geçkin Ayça ablamız, bizim Filiz’le sohbete başladı. Kayaköy’ün ayrıntılarını ondan dinledik. “Buranın mistik bir havası vardır. Tüm enerji ile ilgilenenler de buraya gelir. Zamanında Büyük İskender sefere çıkmadan buradaki medyumları ziyaret edermiş. Hatta 21 yaşında öleceğini de buradaki medyumlardan öğrenmiş. Bu tarihi evler taştan yapılma. Kanalizasyon yokken, o günlerde yaşayanlar evllerine bunu bile yapmışlar.” Fala meraklı Sevinç sordu:”Falcı vardır o zaman Ayça abla?..” Gülerek yanıtladı: “Sen bi kahve iç. Dönüşte bakarım falına...” Kayalıklara basa basa, dik bir yokuşta tırmanmaya başladık. Sessiz sakın köyde, kuzuların, horozların sesleri arasında sabah çayımızı, kahvemizi içerken Soğuksu Koyu’nun bu dağın arkasında olduğunu da öğrendik. Tüm ekip dönmekte üstelerken, Filiz bizi ikna etti. Kafede çalışan arkadaş, “Gitmeyin. Başınıza bir şey gelirse bizi arayın” diye numarasını bile verdi. Ama bizim Filiz, fikrini değiştirmedi. İki dağ arası tam bir buçuk saat. Geri dönmek de zor... Ağlaya inleye yola devam ettik. Kimi zaman Survivor, kimi zaman Beach filmindeki gibi, kendimi Leonardo DiCaprio zannederek yürüyordum. Yolumuzu kaybettiğimizi anladığımızda, bir ağaç gölgesine çöküp, soluklanmaya başladık. Kaybolduğumuzda, şehre nasıl döneriz? Onun hesapları yapıyordum.
Ayaklarımız ve vucudumuzun pes ettiği noktada, Soğuksu Koyuna ulaştık. Küçük koyun denizi berrak, tertemiz. En son ne zaman böylesi bir suda yüzdüğümü hatırlamıyorum. Uzakta bir kayık gördük... Gözleme yapan çitftin kayığını... “Help help!..” diye bağırdık. Kıyıya yanaşan gözlemeci çift önce cesaretimizden dolayı “helal olsun” dedi. Doya doya su içtik ve o harika gözlemelerini tıka basa yine yedik.
“Birazdan tekneler yanaşır. Direk Ölüdeniz’ e ulaşırsınız” dediğinde, derin bir oh çektik. Filiz ise kıyıdan bize el salladı. “Ben yürüyüşe devam edeceğim işaretler”i yapıyordu. İşi, daha doğrusu tutkusu buydu. Enerjinine, cesaretine hayret ederek, kendimizi bizi merkeze götürücek tekneye zor attık. Ölüdeniz’in o güzel koylarının artık daha fazla bozulmamasını dileyerek, Kaş’ a doğru rotamızı aldık.

DİĞER YENİ YAZILAR