Kuyudan çıkan insanlık...

17 Şubat 2017

Sondaj kuyusuna düşen yavru köpek için herkes seferber oldu... Köpeğin kurtulduğu haberi ile birçok evden bir “oley” sesi yükseldi...

Sosyal medyanın hayatımızda birçok değişiklik yarattığı kesin. En büyük değişikliği ise hayvanlara bakış açımızda oldu. Hatta bu konuda gizli bir devrim bile yaşandığı söylenebilir. Öyle ya, çok değil on-onbeş yıl önce sokakta köpek dolaştıranlar “tiki”ydi. Hasta bir köpek için üzülsek “onca insan ölürken” diye söze başlanırdı. Sokak hayvanlarına ise zaten kimsenin dönüp baktığı yoktu. Köpeklere, kedilere yaz-kış yemek getiren kadınlara deli gözüyle bakılır, hani neredeyse onları gördüğümüzde çocuklarımızı saklardık. Kedilerin kuyruklarına konserve kutusu bağlanması, köpeklere eziyet edilmesi haber bile değildi. Biz insandık, üstündük, hakkımızdı, yapardık.

Hepimiz mutlu olduk

Sonra kedi videolarıyla tanıştık. Aman tanrım, neydi o görüntüler. Bu nasıl bir sevimlilik, cazibeydi. Köpeklerin sadakatini, sevgisini anlatan videolar ise hepten kalbimizden vuruyordu. Onlardaki ahde vefa bize insanlık öğretiyordu sanki. Çocuklarla, hele hele bebeklerle hayvanların ilişkisi ise sanki İngiliz anahtarıyla kilitliyordu bizi. Üstelik büyük bir önyargıyı da kırıyordu. Hayvanların çocuklar için bir tehlike değil aksine harika bir dost, kardeş olabileceğini gösteriyordu.

Sonunda öyle bir hale geldik ki, güne kedi-köpek-papağan-panda videosu izlemeden başlayamaz olduk. Artık yaz-kış kapılarımızın, pencerelerimizin önüne bir kap su ve yiyecek bırakır olmuştuk. Restoranlarda artan yemekleri “köpeğimiz için paketler misiniz” dediğimizde garsonların yüzündeki küçümsemenin yerini de artık gülümseme almıştı. Hatta Tombili’nin heykelini bile diktik ve öyle sevdik ki onu çalanlar bile heykeli geri getirmek zorunda hissettiler kendilerini.

Ama, hiçbiri “Kuyu” kadar bizi mutlu etmedi. 70 metrelik bir sondaj kuyusuna düşen yavru köpek için belediye çalışanları, öğrenciler, halk adeta seferber oldu. Tüm gelişmeleri adım adım Twitter’dan takip ettik ki, köpeğin kurtulduğu tweet atıldığında birçok evden bir “oley” sesi yükseldi.

Eminim ki, böyle bir olay daha önce yaşansa o köpek orada kalırdı. Belki birkaç gün uğraşılır, sonra da “elden gelen bu kadar” denirdi. Ya da birçok kişi, “memleketin onca derdi, belediyenin işi gücü varken bir köpekle mi uğraşıyoruz” derdi. Ama bu kez denmedi. Hem de her gün ölüm haberlerinin geldiği, memleketin en gergin olduğu dönemde demedik bunu.

Devamını Oku

Hayat...

7 Ocak 2017

İyi günler ya da Güle güle demek kadar sıradanlaştı artık hellalleşmek. Çünkü evden çıkıp da akşama dönememek gibi bir gerçeğimiz var artık.

Ölüm haberi almadığımız tek günümüz olmaz oldu. Meğer sosyal medyada kedi videoları seyretmek, manzara fotoğraflarına bakmak ne büyük lüksmüş. Coğrafyamız sanki çıldırmış ve belki bizler de delirdik farkında değiliz. Geçmiş tesseli aranan bir liman oldu. Depresyon üzerimize örtülen bir battaniye. Ama geçmiyor, bu ağırlık geçmeyecek de.

Ve hemen her gün aynı yorumlar, siyasi analizler. İç dengeler, dış dengeler, Büyük Ortadoğu Projesi, ılımlı-ılımsız İslam, etnik kimlikler, özgürlük, barış yorumları… Hepimizin bir “kutsal ve iyi hâl sebebi var” olup biteni açıklarken.

Ama tüm bu kutsalların gölgesinde bir kelime gittikçe silikleşiyor; HAYAT!

Izdırap içindeyim. Hayatının uzun bir bölümünü hastanelerde geçirmiş ve hala geçirmekte olan, ölmemek, biraz daha yaşamayabilmek için mücadele etmiş ve edenlerin dramlarına tanık olmuş biri olarak bu aymazlık karşısında şaşkınım. Dilim tutuluyor.

Diyaliz merkezindeyken yanımda iki hasta yatardı. Biri milliyetçi, diğeri Alevi’ydi. Beni de sola görüşlü ve bir feminist olarak görün. Kısaca üç benzemezdik. Ama o diyaliz iğneleri kimin koluna girse diğer ikisinin canı çekilirdi. Çünkü onun bir can taşıdığını bilirdik, canımız yandığı için.

Bu yüzden günlerdir düşünüyorum, “Acaba” diyorum; “Tüm bu olup bitenleri ölümle kalım arasında mücadele eden hastalara mı sorsak?” Yani ölüm ve hayat arasındaki arafta en büyük mücadeleyi veren gerçek savaşçılara… Onlar mı yorumlasa bu coğrafyada alınan kararları?

Mesela bir kanser hastasına mı sorsak “Sizce bu insanları yaşatmanın bir yolu var mıydı, ne dersiniz” diye? Ya da ölmüş bir İngiliz’in ya da Yunanlı’nın karaciğerini taşıyan bir organ nakilliye mi… “Sizce farklı etnik ve dini kimlikten insanların birlikte yaşaması mümkün müdür” diye?

Devamını Oku

Bir Henry Miller kitabı

23 Eylül 2016

ABD’li yazar Henry Miller, “Clichy’de Sessiz Günler” adlı romanında, bohem yaşantısından dünyaya haykırıyor...

Bazı yazarlar kendilerini edebiyata dönüştürür; Pessoa gibi.... Yarattığı karakterler, her birine ayrı bir üslupla yazdırdığı kitaplarla Pessoa, “edebiyat nedir?” sorusunun alabildiğine kanlı canlı bir örneğidir...

Bir de bir roman kahramanı gibi yaşayan yazarlar vardır. Bukowski gibi, Can Yücel gibi, Anais Nin, Virginia Woolf, Albert Camus, Metin Kaçan gibi. Bir süre sonra bu kişiler bir şehir efsanesine dönüşür. Ve bu her yazara, şaire nasip olmaz...

Bana göre Henry Miller da bu yazarlardan... Her ne kadar Türkiye okuru onu yıllarca sansüre takılarak sayfaları siyah bantlarla yayımlanan ve sık sık da başka bir kitabı olan “Yengeç Dönencesi” ile karıştırılan “Oğlak Dönencesi” ile sınırlı bir şekilde tanısa da... Oysa çok daha fazlasıdır.

“Henry Miller’ı bir edebiyat kahramanı gibi algılamamızın nedeni nedir?” diye sorabilirsiniz... Bunun yanıtı çok basit; kendisi! Zaten şöyle der; “Yaşantımı hem daha kolay, hem de daha gerçek olduğu için yazdım. Yaşamım benim açımdan önemli olduğu için hayal ürünü kişiler ve olaylar aramaya gerek duymadım.”

Beş kuruşsuz bir yaşam...

Hemen her yazdığı romanla bir şekilde sansür kurullarına takılan erotizm anlayışı da onun yaşam biçimine aittir. Dünya edebiyatının bir başka kilometre taşı Anais Nin ile olan ilişkisi, 75 yaşında aşık olduğu 28 yaşındaki Japon sevgilisi Hoki’ye olan sevgisi ve fahişelere olan özel ilgisi...

Devamını Oku

Pınar Kür’den on yıl sonra yeni roman

15 Eylül 2016

Asılacak Kadın, Yarın Yarın, Cinayet Fakültesi ve diğerleri... Pınar Kür, kaleme aldığı tabu yıkan romanlarıyla her daim edebiyatımızın dikkat çekici ve özel yazarlarından oldu. Onu bu denli özel kılan, ele aldığı konuların sadece toplumun sansür anlayışına yönelmiş olması değil aynı zamanda edebiyatın oto sansürlerini de ortaya çıkarmasıydı. Bu nedenle hep tartışıldı, hep konuşuldu.

Son romanı “Cinayet Fakültesi”nin üzerinden ise tam 10 yıl geçti. Onu bu kadar uzun süre edebiyattan uzak tutan ise, hepimizin üzerine bir toz bulutu gibi çöken halsizlik ve peşini bırakmayan sağlık sorunları, kazalardı. Neyse ki, Pınar Kür’ün sadece kalemi değil kendisi de mücadeleci biri olduğu için yaşadığı sakatlıkları bir bir atlattı ve “Sadık Bey” romanıyla okurlarına kavuştu.

Sıradan bir kaybeden

“Kimdir bu Sadık Bey?”, diye sorarsanız, hemen söyleyeyim; herhangi biri. Her gün işyerinde, yolda, kafede gördüğümüz sıradan bir kaybeden.

En büyük özelliği, günümüze, ayak uyduramamış, değişimi gözlemlemeyi aklına bile getirmemiş, kazık yiyebileceğini aklının ucuna dahi getirmeyen biri. Her türlü acı ve yıkıcı olayın geçmişte kaldığını, bunların geleceğe hatta şimdiye etkisinin olmadığını sanan... Hep kendi acısını hissetmiş, karşısındakinde nasıl yıkıcı etkiler uyandırabileceğini hatta kuyruk acısı yaratabileceğini aklına bile getirmemiş. Getirmemiş ama hayat öyle değil. Bu yüzden de paspas altına süpürdüğü ne kadar çıkmaz sokak varsa hepsi bir gün karşısına dikiliyor. O kadar gerçeklikten kopuk ki, her şey tüm çıplaklığı ile gözlerinin önünde cereyan etmesine rağmen, yüzüne vurulana kadar da fark etmiyor.

“Sadık Bey”i okurken sık sık aklıma Türkiye geldi. Onun her türlü sorununu görmezden gelişi, kendine acıması ya da acılarından kaçması...

İlk bakışta birey romanı gibi görünen “Sadık Bey”, bu yüzden satır aralarında bizlere toplumsal bir okuma sunuyor ve nasıl her şeyin “biz yaşarken olduğunu” bir kez daha anlatıyor.

Devamını Oku

Sanat ve outlet merkezi

8 Eylül 2016

Milano’da outlet ürünlerinin satıldığı AVM’lerde öyle indirimler oluyor ki... Artık bu kent yalnızca sanat ve mimari değil, Armani ve Prada gibi markaları yüzde 70’i bulan indirimlerle satın alabileceğiniz bir alışveriş cenneti.

Son yıllarda “outlet turları”nın da düzenlenmesiyle biz Türkler için Milano, alışveriş şehri oldu.

Aslında bu şöhret çok da abartılı değil. Çünkü burası, hele indirim dönemlerinde Armani’den Prada’ya kadar İtalyan ve dünya markalarının outler’de etiket fiyatının çok çok altında satın alınabildiği bir şehir. Atlasglobal’in 2 Ağustos’tan itibaren Milano’ya başlattığı seferler vesilesiyle düzenlediği gezi sırasında bunu bizzat gözlerimle gördüğümü söyleyebilirim. Bunun en büyük göstergesi de şüphesiz ki, outlet ürünlerin satıldığı alışveriş merkezlerine valizlerle gelenlerdi. Bir hatta iki valizle... Özellikle İtalyan markalarının yüzde 50- 60 indirimle satıldığı bu AVM’lerde sezon sonlarında ayrıca yüzde 70 indirim uygulanabiliyor. Yani doğru zamanda, disiplinle belirlenmiş bir ihtiyaç listesi ile Türkiye’de yıl boyunca yapacağınız alışverişten çok daha az harcayarak, çok daha kaliteli ürün almanız mümkün.

Euro’ya kanmayın!

Bu AVM’lerde yok yok... Dahası etiketler Euro üzerinden olduğu için ilk bakışta fiyatları düşük algılayabiliyorsunuz; ta ki, ekstreniz gelene kadar. O yüzden ne alırsanız alın, hesap makinenizde önce TL’ye çevirin. Şayet vaktiniz varsa, AVM’nin büyüklüğüne aldırmadan önce bir dolaşın. Önceliğinizi de İtalyan markalara verin. Çünkü burada ABD, Fransız ya da İngiliz markaları yerli markalara oranla doğal olarak daha az indirim uyguluyor. Ve tabii yapabiliyorsanız, bu bilgileri önceden internetten araştırın. Ne de olsa burası Milano ve burası sadece bir alışveriş merkezi değil.

Çünkü Milano diğer alışveriş merkezi şehirlerin aksine (mesela Dubai) aynı zamanda sanatın ve tarihin baştacı yapıldığı bir şehir. Başta Avrupa’nın dördüncü büyük katedrali olan Duomo’nun da dahil olduğu katedrallerin, müzelerin, galerilerin de şehri... Elbette Leonardo Da Vinci’nin “Son Akşam Yemeği” resminin de... Dan Brown’un “Da Vinci Şifresi” romanıyla ününe ün katan ve sanıldığı gibi bir tabyo olmayan bu duvar resmi Santa Maria Della Grozia Manastırı‘nın yemekhanesinde her yıl milyonlarca kişi tarafından görülmekte. Resmin zarar görmemesi için sınırlı sayıda ziyaretçinin gruplar halinde içeri alınmasından ötürü de manastırın önündeki kuyruklar uzayıp gitmekte. Hatta pek çok kişi içeri giremeden, geri dönmek zorunda kalıyor. Bu yüzden muhakkak biletlerinizi internetten alın.

Devamını Oku