Kırmızı Saçlı Kadın

Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk’un, yeni romanı Kırmızı Saçlı Kadın hafta başında yayınlandı. Pamuk baba-oğul ilişkisini romanının zeminine oturtuyor...

Orhan Pamuk, genelde dört yılda bir roman yayımlardı. Bu kez bir sürpriz yaptı ve 14 ay sonra yeni bir romanla okurlarının karşısına çıktı. Oysa o “Öteki Renkler”de ve Can Dündar’a verdiği bir röportajda (belgesel niteliğinde bir röportajdır) anlattığı üzere ritüellerle dolu bir yazma alışkanlığına sahipti. Mesela her gün sadece yarım sayfa yazar, dolmakalem kullanır, yazarken voltalar atardı. Demek ki, Pamuk yazma alışkanlığını tamamen değiştirmiş.

Yine de yazarlığının tamamen değiştiği gibi bir sonuç çıkarılmasın bu sözlerimden. Nitekim “Kırmızı Saçlı Kadın”da yine edebiyatının alameti farikalarından olan Doğu-Batı meselesini ayna metaforu ile ele almış. Malum, Orhan Pamuk, “Beyaz Kale”de birbirine benzeyen biri Venedikli diğeri Osmanlı iki erkek kahramanın hikayesini ayna metaforu üzerinden anlatmıştı. Bu efendi ve köle sanki birbirinin negatifi gibiydi. Bu yüzden birbirlerine baktıklarında sanki aynadaki yansımalarını görür gibi oluyorlar ve böylece roman “tarihi roman” türünün en başarılı örneklerinden sayılmasına rağmen zamana ve mekana bağlı olmayan evrensel bir soru üzerine yükseliyordu. Bu da “Ben kimim?” sorusuydu.

Haberin Devamı

Pamuk, yeni romanında da işte bu ayna metaforunu kullanmış. Ama bu kez, bu metaforu edebiyatın bir başka evrensel izleğine doğrultmuş: “Babalar ve Oğullar”a. Zira baba ve oğul ilişkisi öyle gerilimli ve çekimlidir ki efsanelerden psikanalize, iktidar ilişkilerinden popüler kültüre her yerde izine ve etkisine rastlanır.

Kitabı okumaya başlayan herkesten aynı şeyi duyuyorum; “Su gibi akıyor, çok akıcı...”

Pamuk yeni romanında bu izleği Doğu’nun ve Batı’nın iki büyük hikayesi üzerinden ele almış ve iki kültüre birbirini bir de bu şekilde anlatmayı denemiş. Elbet kendilerine de. Bu hikayelerden Batı’ya ait olanı Sophokles’in Kral Oidipus’u. Doğu’ya ait olanı ise Firdevsî’nin “Rüstem ve Sührab”ı. Oidipus babasını, Rüstem ise oğlunu öldürür. Doğu ve Batı’nın gerilimli “baba-oğul” ilişkisine tam tersi reaksiyonlar verdiği iki örnek üzerinden. Zira Osmanlı Sarayı’nda da oğulların babalarını taht için öldürdüğünü görmeyiz ama babalar oğullarını öldürür. Kanuni’nin oğlunu boğdurtması ya da bir padişahın oğullarından birinin tahta çıkabilmesi için diğerini ülkenin uzak sınırlarına şehzade ataması gibi.

Haberin Devamı

Bu yüzden bizde “baba” kavramı ve onun sosyal yansımaları çok çelişkilidir. Tıpkı siyasi yansıması olan otoriteyle ilişkimizde olduğu gibi. Malum siyasi otoritenin şiddetiyle aramızda tuhaf bir ilişki vardır. Hem varlığından hem yokluğundan korkarız! Varlığı canımızı yakar, yokluğu kaos korsuyla toplumsal düzeni!

Batı’ya gelince… Babayı öldüren oğul ise hep vicdan azabı duymuş, olup biteni görmemek için sonunda kendini kör etmiştir.

DİĞER YENİ YAZILAR