İstanbul Paris’miş, ben de bir Parizyen...

Haberin Devamı

YGS, seçim, laiklik-muhafazakarlık, Ergenekon, hapisteki gazeteciler...

İtiraf ediyorum; herkes gibi ben de daraldım. Sanki Türkiye gibiyim. Kendi içimde bölündüm. Her cümlem bir öncekini tekzip ediyor. Birine sahip çıksam aklım diğerinde kalıyor.

Bu yüzden duruma el koymaya ve hayatıma darbe yapmaya karar verdim. Dedim ki; “Kulaklar tıkanacak, sanki bir Avrupa ülkesinde yaşıyormuş gibi davranılacak! Sergi gezilip siyasetten uzak kalınacak.”

Kulağa delice geliyor değil mi? Ama madem burası çılgın bir ülke, huzur ve mutluluğun yolu gerçekdışılıktan geçiyor olamaz mı?

İlk durak Antrepo 4. National Geographic Dergisi’nin Türkiye’deki 10. yılı nedeniyle 123 yıllık arşivinden çıkardığı 100 fotoğraftan oluşan nefis bir sergi var burada. Adı; “Görmediğimiz Türkiye.” Fotoğraflar ağırlıklı olarak 1930’lu yıllara ait ve gerçekten bize görmediğimiz bir Türkiye’yi anlatıyor. Fotoğraflardaki hemen herkesin (fakir, zengin, köylü, kentli) yüzünde bir umut var. En hüzünlüsünün hatta acılısının bile... Bir de herkes ne kadar zarif. Mesela bir karpuzcu var, öyle havalı ki! Zaten fotoğrafı çeken Bernard F. Rogers onun için “Janti Karpuzcu” demiş. Hele bir küfeci var. Üstü başı yırtık pırtık. Ama fotoğrafçı Edward S. Murray, “Bu haline kanmayın, biriktirdiği parayla Ağrı’daki köyünün zenginlerinden olacak” diyor. Yani hayata dair öylesine umut dolu. Zaten betona öyle bir yatmış, öyle tatlı uyuyor ki, yüzündeki huzur günümüzde en rahat yatakta yatan da bile yok.

Neyse enseyi karartmayalım yan taraftaki İstanbul Modern’e geçelim. Önce, “Yao Lu’nun Yeni Manzaraları” sergisi... “Doğu Şiirseldir” başlığını taşıyan serginin önce, Çin minyatürlerinden oluştuğunu sanıyorsunuz. Ve sonra şok başlıyor. İlk şoku gördüklerinizin fotoğraf olduğunu anladığınızda yaşıyorsunuz. İkinci ve daha büyük şoku ise; tüm eserlerde yer alan o şiirsel ve düşsel “yeşil şey”in inşaat atıklarını örtmek için kullanılan yeşil bir ağ olduğunu fark ettiğinizde... Ama işte Çin estetiği böyle bir şey. Zaten Yao Lu’ya göre bu yeşil ağlar, inşaatların yükseldiği gelişmekte olan Çin’i simgeliyor, çöpleri değil. İşte üçüncü şoku da bu bakış açısıyla yaşıyor ve şöyle diyorsunuz. “Doğu’nun şiirselliği ve düşselliği buysa, biz bu Doğu’ya çok uzağız. Bizim Doğu tanımımız düşlerimizle değil birilerinin batısında kalmamızla sınırlı.”

Bu son cümlenin etkisine saplanıp kalmadan hızla “Kayıp Cennet” sergisine dalıyorum... Paolo Colombo ve Levent Çalıkoğlu’nun küratörlüğünü yaptığı, farklı ülkelerden birçok sanatçının katıldığı sergide beni en çarpan eser Ergin Çavuşoğlu’nun “Sonsuz Okyanus’ta Duruş”u oluyor. Onun videolarına yazar William Langewiesche’in bizzat kendisinin seslendirdiği ve denizdeki anarşiyi konu alan “Yasadışı Deniz” kitabından bir bölümün eşlik ediyor olması ise günün en güzel sürprizi...

Orhan Pamuk “Benim Adım Kırmızı”da nakkaşların gördükleri güzel bir resim sonrasında, son gördükleri bu olsun diye kendilerini kör edişini anlatır. Ben de bu “deneysel günden” aklımda Langewiesche’in sesi kalsın diye günü bir çay keyfi ile sonlandırmak istiyorum. Ama ne mümkün... Çünkü sadece İstanbul’un değil Avrupa’nın bile en lüks semtlerinden birinde cep telefonuma gelen mesajı okumaya çalışırken ayağım kaldırım çukuruna girince son anda düşmekten kurtuluyorum. Gelen mesaj ise kişisel darbelerin bile sadece bir kandırmacadan ibaret olduğunu gösterir nitelikte: “Ahmet’in (Şık) duruşması var, sen de gel.”

Böylece deneysel günüm sonuçlanmış oluyor: “Burası Paris, ben de sorunsuz Paris sokaklarında rahat rahat yürüyen bir Parizyen olamazmışım. Çünkü burada topuklu ile yürümek gerçekten beceri ister!”

DİĞER YENİ YAZILAR