Kahvenin hatırına...

Haberin Devamı

Aslında ben “çaycı”yım. Kahve mi- çay mı kutuplaşmasında “çay” diyenlerden... Sevdiklerimin ya da sohbeti güzel bir falın hatrına kahve içerim.
Malum Türkiye’de her konuda olduğu gibi bunda da bir kutuplaşma var. Kimi tutkulu bir çaycıdır, kimi kahveci... (Benimki sadece damak tadı!)
Garip ama bu ayrışma da tıpkı diğerleri gibi, imparatorluktan cumhuriyete geçişle başlar. Şaka değil gerçek!
Zira Osmanlı’da çay çok az içilirken günlük içecek kahvedir. Bildiğiniz Türk kahvesi. Şekerli, şekersiz, orta diye tarif edilen, ağır ateşte pişirilen... Hatta dünyanın ilk kahve satan kafesi bile Osmanlı’da açılmıştır.
Kahvenin yerini çayın alması ise cumhuriyet dönemine rastlar.
Ancak, bu sözlerimden Cumhuriyet ideolojisi ile içecek alanında da bir toplum mühendisliği yapıldığı sonucu çıkmasın.
Bu değişimin ardında da pek çok konuda olduğu gibi basit ekonomik nedenler var.
Cumhuriyet döneminde Doğu Karadeniz’deki çay tarımı başarılı olunca çay fiyatlarının düşmesi ve o zamana dek “elit bir içecek” olan çayın halka inmesi gibi. Ya da II. Dünya Savaşı’nda kahve ithalatının azalması... Veya 1979-80’daki döviz krizi sonrasında Türk kahvesinin yoluna ancak “elit bir içecek” olarak devam etmek zorunda kalması... Tabii zaman içinde piyasaya pişirilmesi hızlı ve kolay olan hazır kahvelerin girmesi de cabası!
Tüm bu giriş “Sarayda Bir Fincan Kahve” sergisi için... Beşiktaş’taki Milli Saraylar’a bağlı olan Sergi Salonu’ndaki sergiyi gezerken kulak misafiri olduğum yorumlar üzerine... Osmanlı güzellemesi ile başlayan yorumlar ne yazık ki, hep bir Cumhuriyet taşlamasıyla son buluyordu. Neyse, dikkatli gözler Türk kahvesi içen Atatürk fotoğraflarını hatırlayacaktır!
Gelelim sergiye... Sergi Osmanlı Sarayı’ndaki kahve kültürü üzerine kurulmuştu. Güzel, şık, butik bir sergi. Kahvenin Osmanlı Sarayı’ndaki önemini hissettiren... Ama o kadar. Çünkü sergideki eser sayısı; fincan zarfları, sitil puşideleri (servis tepsisinin önüne serilen, değerli işlemeleri olan kumaşlar) ve kahve yapımında kullanılan bir-iki obje ile sınırlı kalmış. Oysa gerek Osmanlı sarayında, gerekse halkın günlük yaşamında kahve kültürü bunların çok daha ötesine geçer. Bir kere kahve denince akla ilk gelen faldır ve bunun da saray hayatına yansımaları vardır.
Ama binanın etkileyici yapısı ve atmosferi, Kurukahveci Mehmet Efendi sponsorluğunda ziyaretçilere kahve sunumunda bulunulması sayesinde sergiyi gezenler, kahvenin sadece bir içecek olmadığını hissedebiliyor. Ama sadece hissediyor. Öğrenmiyor, keşfetmiyor. Belki de bu yüzden önyargıyla geziyorlar. Bence bir sergi, içerdiği konunun toplum üzerinde bir imgesi varsa onun doğru algılanmasını da hedeflemeli.
Sergide, II. Abdülhamit’in kahveyi nasıl içtiği ya da sarayda kahveci başlarının bulunduğu gibi küçük bilgiler verilmesi ise ne yazık ki yeterli değil. Hele hele söz konusu ardında yüzlerce yıllık bir kültür taşıyan ve kız isteme törenlerinin bile açılışını yapan bir içecekken... Ama yine de bir fincan kahvenin kırk yıllık hatrına uzatmayıp susalım...

Çığlık4’te çığlık çığlığa güldük!

Festival kapsamında 24.00 seansında izledim Çığlık 4’ü. Bol yıldızlı oyuncu kadrosu ve serinin önceki filmleriyle dalga geçmesi sayesinde de bütün salon olarak korkmaktan çok güldük, eğlendik. Korku filmlerindeki klişelerin altını çizmesi, bu tür filmlerin ABD toplumu üzerindeki etkileri üzerine yaptığı yorumlarla seyirciyi mest eden filmde, beni en eğlendiren kısım ise, Bruce Wills espirisiydi. Korku ya da gerilim filmlerinde oyuncu Bruce Wills değilse o polisin muhakkak öldürüleceği espirisi... Ve bunu öğrenen polisin ölürken son sözlerinin “B. Wills’i edeyim” demesi! Kıssadan hisse; korkmayın gidin!

DİĞER YENİ YAZILAR