Bu ülke yazarlarını, şairlerini aydınlarını 'zilli kurt' yapar

Bu yazı 1995 yılında Gallimard yayınevinin, 1900'lerden bu yana çıkan NRF dergisinde çıktı. VATAN benden yazı isteyince bu "Zilli Kurt" yazısı aklıma geldi

Haberin Devamı

Bu yazı 1995 yılında Gallimard yayınevinin, 1900'lerden bu yana çıkan NRF dergisinde çıktı. VATAN benden yazı isteyince bu "Zilli Kurt" yazısı aklıma geldi. Yazarların, şairlerin, medya
mensuplarının zilli kurtlukları hâlâ sürüyor. O tarihte araştırmacı bir arkadaşım hapislerde yatmış, işkence görmüş, öldürülmüş salt şair ve yazar 147 kişi tespit etmişti zilli kurt yazısı için. Bugün böyle listeyi hazırlayacak bir babayiğit çıkarsa ne mutlu bana!

Orta ve Doğu Anadolu'da kurtlar bir köye girer, ağıllardaki, damlardaki koyunlara saldırırlarsa, koyunlardan bir tekini parçalayıp yemezler, bir sürü koyunu gırtlaklarından yakalar bir yana atarlar, bundan sonra koyunun yaşaması olanak dışıdır. Koyun sahipleri de koyunları götürür kasabadaki kasaplara satarlar. Yaralı koyun yüzlerceyse yakın köylere dağıtırlar. Böylece de koyunları kırıma uğramış köylüler öç alma ardına düşerler. Atlanırlar, atlarını bozkıra sürerler ve yakalayıncaya kadar kurdu ararlar. Kurdu ararlarken yanlarına tabanca, mavzer, herhangi bir silah almazlar. Yanlarına köpek bile almazlar. Kurtlar koyunlara daha çok baharda, kışta saldırırlar. Kurt avcısı atlılar insan boyu karda kurtları günlerce ararlar. Bulduklarında kurdu hiç incitmez, işkence etmez, kılına bile dokunmazlar. Okşayarak onun boynuna kalın, kopmaz kirişlerle, zincir tellerle bir zil ya da çok küçük, sesi uzaklardan duyulur bir çan asar bırakırlar. Karda bozkırdan geçenler yer yer çan sesleri, keskin zil sesleri duyarlar. Issız karlı bozkırda herkes bu zil, çan seslerinin nerelerden geldiğini bilir. Bu zil sesleriyle bozkır pırıltıya boğulmuş ipileyen güneşli bir hüzündür.

Gençliğimde benim de başımdan böyle bir zilli kurt olayı geçmişti. Zilli kurt olmanın ne korkunç bir işkence olduğunu biliyordum. Daha birçok kişinin de...

Gazeteciliğimde bir kış Orta Anadolu'nun bir köyünde bir kurt yakalama törenine ben de katıldım. Atlara binip kurt yakalamaya çıktık. Birkaç gün bozkırda dolandıktan sonra kovalayarak üç tane kurt yakaladık. Atlar, diz boyu kara alışkınlardı. Kurtlar da öyle hızlı koşamıyorlardı. Kurtları yakaladığımızda zaten işleri bitikti, karınları karınlarına geçmişti açlıktan. Gözlerinin de feri sönmüştü. Kim bilir bozkırda kaç gündür aç aç dolaşıyorlardı. Köylüler zilleri kurtların boynuna taktılar; sağlam kırılmaz, kopmaz kirişlerle. Sonra da onları okşayarak, "güle güle" diyerek uğurladılar. Artık bu kurtlar ölüme mahkûm edilmişlerdi. Ölümün en zalimine.. Artık boğazındaki zillerden dolayı ne bir köye, ne bir ağıla, ne bir koyun damına yaklaşabilirlerdi. Yiyebilecekleri en küçük bir hayvana da yaklaşamazlardı. Boğazlarındaki zil onları hiçbir hayvana yaklaştırmazdı. Kurda kuşa hiçbir canlı yaratığa... Ve zilli kurtlar ölümlerin en acısıyla, açlıkla cebelleşerek, günlerce can çekişerek ölürlerdi. Sonradan köye yaklaşmış bu zilli kurtları yakalayan köylüler de onları öldürmez sürüp bozkıra bırakırlardı.

17'mde karakola düştüm
Bu zilli kurt zulmünü görünce kendimle özdeşleştirdim. Beni de gençliğimin baharında zilli kurt yapmışlardı. Ben de bir zilli kurt olmuştum ya, canımı kurtarmıştım. Zilli kurt olup da canını kurtaramayan çok insan da tanımıştım.

İlk karakola düştüğümde on yedi yaşımdaydım. O zamanlar sosyalizm sözcüğünü daha yeni yeni duyuyorduk. Yalnız toprak reformu sözcükleri bütün Çukurova'yı sarmıştı. Benim doğduğum, büyüdüğüm Çukurova dünyanın en verimli topraklarındandı. Bu büyük Akdeniz ovası kırk elli, hadi diyelim yüz ailenin elindeydi. Köylülerin de küçük toprakları vardı ya devede kulak. Köylüler topraksızdı. Yaşam koşulları da inanılmayacak kadar bir yoksulluktu. Sıtma, her yaz yüzlerce çocuğu öldürüyordu. Her köyde, kasabada çocuk mezarları. Büyükler de ölüyorlardı ya çocuklar kadar değil. Sıtma, bataklıklardan gelen sivrisineklerden dolayıydı. Bataklıklardan geçtik, her yaz olumsuz koşullarla ekilen pirinç tarlaları da birer büyük bataklık oluyordu. Ve köylerin üstüne bataklıklardan, pirinç tarlalarından bulut bulut sivrisinekler geliyordu. Ovada da sıtmalanmamış kimse kalmıyordu. Sıtma Savaş Müdürü Dr. Seyfettin Bey canını dişine takmış uğraşıyor, hiç olmazsa ovaya çeltik ekilmesin diye. Başa çıkamıyordu. Yalnız köylere bol bol kinin dağıtıyordu. Bu kininler çok insanın canını kurtarıyordu. Dr. Seyfettin Bey daha o çağı anımsayanların yüreklerinde bir sevgi anıtı olarak durur. O sıralar benim de bir kardeşim zehirli sıtmadan öldü. Doktor o gün yaylaya çıkmıştı. Kasabada doktor olsaydı kardeşim ölmezdi. Çünkü zehirli sıtmadan öldürmeyecek ilaçlar vardı.

O zamanlar bir de ırkçılar, Panturancılar türemişti Anadolu'da. Bunlardan Çukurova'da da vardı. Onlar da yoksulların yanında oluyorlardı, sözüm ona bizden daha çok. Biz Çukurova'da çeltik ekimini yasaklama ve toprak reformu savaşımı veriyorduk, onlar bunu istemiyorlardı. Çünkü onları toprak sahipleri ağalar ve beyler tutuyorlardı. Onlarla sokaklarda köylerde kıyasıya kavga ediyor; yaralıyor, yaralanıyor, bıçaklıyor bıçaklanıyorduk.

Yatırdılar falakaya
Bir gün polisler geldi beni kaldığım evden aldılar, karakola götürdüler. Daha ağzımı açtırmadan, sorgu sual etmeden yatırdılar falakaya. Falaka bütün gece sürdü, gık demiyordum. Bu falaka benim için olağandı. Karakola düşüp de dayak yememiş köylü, yoksul bir kişi yoktu ki...

Sonra beni karakoldaki nezarete, yani gözaltı yerine koydular. Gözaltı yeri ayak bileğime kadar suyla doluydu. Ortalık o kadar pis kokuyordu ki insanın ciğerini delen. Orada, alacakaranlıkta birkaç da adam seçiliyordu, inleyen. Biliyordum, bu inilti sıtma iniltisiydi. Birkaç da dayaktan inleyen vardı. Biraz sonra gözüm karanlığa alıştı. Sıtmadan inleyenleri gördüm, titriyor, yanıyorlardı. İşkenceden inleyenlerin de yüzleri, üstleri başları kan içindeydi. Hele birisi oluk oluk kanıyordu. Acaba benim ayaklarım da kanıyor muydu? Ayaklarım uyuşmuştu. Günler geçtikçe ayaklarımın ağrıdığını duyumsamaya başladım. Sonra da yüreğimi söken bir ağrı başladı. Belki bir hafta kaldım karakolda. Her gün küçücük bir parça ekmek veriyorlardı. Oysa su içindeydik. Nasıl olmuşsa sonra beni bir gün bıraktılar.

Toprak reformu isteyince niçin böyle zulmediyorlardı, hiçbir şey anlamamıştım. Üstelik, Cumhurbaşkanı inönü de istiyordu toprak reformunu. Adana'ya bir profesör gelmiş, toprak reformunu bir güzel anlatmıştı. Onu da yakalayıp dövmüşler miydi? Arkadaşlarla araştırdık, bulduk da, ona hiçbir şey yapmamışlardı. İşte bugünler böyle şaşkın ortalıkta dolaşırken büyük ağabeylerle karşılaştık. Bunlar demiryolu eski işçileriydi. Yıllar önce Güney Demiryolu grevini yapmışlar, çok işkence görmüşler, çok hapis yatmışlardı. En az hapis yatanı üç yıl, dört yıl yatmıştı. Çoğunluğu beş yıl, yedi yıl yatmıştı. Bu işçilerle arkadaş olduk. Bunlar o zaman da Türkiye'den Almanya'ya gitmişler, orada çalışmışlar, geri buralara dönmüşler, gene çalışmaya başlamışlardı. Birçoğu da demiryolu işçisiydi ve grevi çıkartma zorunda kalmışlardı. Sanırım grev 1925 yıllarında gerçekleşmişti. Sonra onların ne düşündüklerini, eylemlerini yavaş yavaş öğrendim. İnanmış kişilerdi ve sosyalistlerdi. Bir dünya kardeşliği kuracaklardı. Hem de eşitliği, hem de özgürlüğü getireceklerdi. Ali Usta bize Marksizmi, İsmail Usta bize Lenin'i, Troçki'yi, Engels'i anlatıyordu.

Hepimiz spartaküstük...
Sonra lif lif olmuş, ince kağıda yazılmış, elden ele gizli dolaşmış Manifesto'yu bulduk. Beş çocuk bir gece sabaha kadar, tartışarak Manifesto'yu okuduk. Çok yerini anlamamıştık. İsmail Usta'ya koştuk. İsmail Usta çok hapis yatmıştı. Üstelik de büyük şair Nazım Hikmet'in hapis arkadaşıydı. Sonraları öğrendim ki Nazım Hikmet onun üstüne şiirler yazmıştı. Bize elinden geldiğince Manifesto'yu anlattı. Başka da çok şey. Gittikçe bilinçleniyor, güçleniyorduk. Bunlar bu kadar şeyi nasıl öğrenmişlerdi? Onu da öğrendik. O zamanlar Almanya'da işçilerin bir partisi vardı: Adı Spartakistler. Spartaküs'ü de, onun macerasını da öğrenmiştik. Artık her birimiz bir Spartaküstük.

Macera işte böyle başladı. Polis takibi, gözaltılar, işkenceler, küçük küçük hapislikler... Rusya'ya casusluk, ev aramalar. En büyük gözaltı. Artık Çukurova'da çok ünlenmiştik hepimiz. Üstelik de ben. Nereye gitsem insanlar bana gökten yeni inmiş bir yaratığa bakar gibi bakıyorlardı. Polis bunu öylesine bir ustalıkla yaymıştı ki, bizi soluk alamaz bir duruma getirmişti. Dört yanımız bir karanlık duvarıydı. Ne yana dönsen bir karanlık duvarına çarpıyordun. Bir de öldürülme korkusu... İnsan her şeye alışıyor, her şeyi kanıksıyor, işkenceyi, ölüm korkusunu bile.

İşte benim ZİLLİ KURT maceram böyle başladı.

DİĞER YENİ YAZILAR