Gazete Vatan Logo

Böbrek güneşim soldu

Bu resim dokuz yaşındaki böbrek hastası bir çocuğa ait. Onun iki güneşi var, biri her sabah doğan bildiğimiz güneş ki, bu okulunun üzerinde yükseliyor... Diğeri ise “böbrek güneş”...

Bu da diyalize girdiği hastanenin üzerinde. Umarım bir gün o böbrek güneş onun için de benim için de hiç batmamak üzere doğar...


Çok tuhaf, en son insanın dili iknâ oluyor, kalbi ya da beyni değil. Artık bir diyaliz hastası olduğumu bilsem de bir türlü dilim varıp söyleyemiyordum. Hatta sırf bu yüzden doktoruma yeni bir pazarlık sunmuştum. Bu kez de “gereken her şeyi yaparsam ne zaman iyileşirim” diye soruyordum. İşte Rezzan Hanım, o ana kadar aklımın sürekli reddettiğini bir çırpıda söyleyiverdi: “Bu senin kontrolünde değil.” Bunu kabullenmek çok zordu. Çünkü insanları UFO’ların varlığına ikna etmeniz için bile bir ihtimal varken kendi bedeninize söz geçiremiyordunuz. Böyle bir ihtimal yoktu. İşte hastalanmanın bir anlamı da buydu, müdahale hakkınızın olmaması. Tabii bu sadece psikolojik değil fiziksel olarak da acı vericiydi. Çünkü diyaliz olabilmem için önce küçük bir ameliyat geçirmem gerekiyordu.

Fistül ameliyatı denen bu ameliyatla kolda iki damar (atar ve toplar) birleştirilerek debisi güçlü, büyük bir damar elde ediliyordu. İşte diyaliz bu damara iğnelerle girilerek gerçekleşecekti. Fistül ameliyatı gerçekten de büyük bir ameliyat değil ama lokal anestezi ile yapıldığı için insanı psikolojik açıdan yorabiliyor. Hatta ameliyat esnasında birinin elinizi tutup sizinle konuşmasına ihtiyaç duyuyorsunuz. Ben duydum ve bunu hemşireden rica ettim. “Ameliyatın bitmesine daha ne kadar var” diye sormuştum ona “çok” demişti; “Kendimi kötü hissediyorum, benimle biraz konuşabilir misiniz?” Ne yazık ki konuşmadı... Buz gibi ameliyathanede, damarlarıma dokunulduğunu hissederek, içimden bildiğim tüm şarkı ve şiirleri söyleyerek o birkaç saati geçirmeye çalışmıştım. Ve sürekli “Korkma insan ömründe birkaç saatin önemi nedir” diyordum.

Benim kollarım çok güzeldi
Ancak ameliyat sonrasında bu sözleri bir dua gibi tekrarlayacağım bir başka operasyon daha bekliyordu beni. Değerlerim yükselmeye devam ettiği için acil diyalize girmem gerekmişti ve fistül en erken üç haftada iyileşiyordu. Bu yüzden aort damarına boyundan bir kateterle girmeleri gerekiyordu. Hastanenin anestezi ekibine o zaman teşekkür edememiştim, şimdi etmek isterim, 25-30 cm uzunluğundaki o kateteri daha ne olduğunu anlamadan boynumdan takmayı başardıkları ve yaptıkları esprilerle acımı hafiflettikleri için... Boynuma takılacak o şeyi bir saniyeliğine bile görmüş olsaydım, izin verir miydim, bilmiyorum. Boynumdan sarkan hortumlarla bir uzaylıya benziyordum. Dahası kateter canımı yakıyor ve istediğim gibi oturmamı, yatmamı engelliyordu. Benim gibi giyotin korkusundan ötürü Fransız İhtilali’ni konu alan filmleri bile seyredemeyen biri için bunun ne denli sancı verici olduğunu anlatmama gerek olmasa sanırım. Üstelik damarlarım çok ince olduğu için ilk fistül tutmamış ikinci bir ameliyata daha ihtiyaç duyulmuştu. Ameliyattan çıktığımda sol kolum boydan boya dikişti. Çok yorgundum, sinirlerim yıpranmıştı. “Benim kollarım çok güzeldi” diye ağlıyordum. Fistül denilen şeyin ne olduğunu da o zaman anladım.

Kolumda sanki bir kalp vardı ve atıp duruyordu. Ayrıca dokunduğunuzda F1 yarışlarında arabaların çıkardığı sese benzeyen bir ses de duyuyordunuz. Bu küçük sinir krizi hastaneye yattığım günden beri yanımdan hiç ayrılmayan sevdiklerim için bir şok oldu.

Bozcaada’ya tatile gidecek, yüzecektim
Çünkü arkadaşlarım, tanıdıklarım böbreklerini kaybettiği için hayata küsmüş birine moral vermek için ziyarete geldiklerinde karşılarında Türk edebiyatı üzerine konuşan birini buluyordu. Aslında bu insanın tehlike anında bildiği, kendine güvendiği bir limana sığınmasından başka bir şey değildi. Bir diğer savunma mekanizmam da gelecek planları yapmaktı. Boynumdaki kateterden kurtulur kurtulmaz Bozcaada’ya tatile gideceğimi, Vatan Kitap’ın sonraki sayılarında işleyeceğim konuları anlatıp duruyordum. Aslında tüm bunları arkadaşlarıma, sevdiklerime değil kendime söylüyordum. Kendime “öyle ya da böyle hala bir geleceğin var” diyordum. Bir başka sığınağım da

Marquez’in “Anlatmak İçin Yaşamak” isimli otobiyografisi olmuştu. Satır satır okuduğum kitap defterime şöyle yazmamı sağlamıştı: “Hiçbir şey yapamazsam okuyup yazarım ve hayal kurarım.”

Korku içinde geçen ilk diyalizde kokunun tadı olduğunu öğrendim
Bu yüzden ilk diyalizime tek bir satır bile okuyamayacağımı bildiğim halde Marquez’i yanıma alarak girmiştim. Ama ne onun yazdıkları ne de ablamın bir dakika bile beni yalnız bırakmamasına rağmen ilk diyalizi korku içinde geçirdim. Beni en tedirgin eden şey, işlemin boynumdan gerçekleşiyor olmasıydı. Hortumlardan biri kanımı çekip diyaliz makinesine gönderiyor, kan burada temizlendikten sonra (bunun nasıl olduğuna hala kafam basmıyor) diğer hortum vücuda gönderiyordu. Bu işlem esnasında vücut ritminizde bazı değişimler oluyor. Sanki kalbiniz her zamankinden daha farklı atıyor. Yaşadığınız her şeyden farklı bir olay, bu yüzden anlatmak çok zor. Zaten birkaç diyalize girişten sonra da alışıyor, yaşam ritminizle diyaliz ritminiz aynı oluyor. İlk diyalizlerin bir başka özelliği de koku. Kokunun bir tadı olduğunu öğreniyorsunuz. Vücudunuzdan birtakım ilaç kokuları geliyor ve siz onları tat duyunuzla algılıyorsunuz. Çünkü ne kadar hassas olursa olsun burnunuz kendi içinizde gelen kokuyu alamaz. İşte bu hastalığın bana ilk öğrettiklerinden biri de bu oldu, dokunarak duyabildiğimizi, tadarak koklayabildiğimizi öğrendim...

Diyalizin bir diğer sonucu da ses kısıklığına sebep olması. Bu, konuşmayı seven biri olduğum için klostrofobik bir etki yaratmadı değil, ama zaman içinde buna da alıştım. Zaten tüm mesele bu; alışmak. Hastaneden taburcu olduktan sonra “böbrek yetmezliği” ve diyaliz üzerine daha fazla bilgi edinmek için uzun süre internette dolaşıp durdum. Sohbet odalarına girdim, yazılanları okudum. İçim acıyor, “yazık” diyordum, “yazık bu insanlara.” Hala içinde bulunduğum durumu kabul edemediğimi ise gördüğüm bir rüya sonrası verdiğim tepkiyle anladım. Rüyamda böbreklerim iflas ettiği için diyaliz tedavisi görüyordum. Bir yandan da kendime “sakin ol bu bir kabus” diyordum. Sonra uyandım ve ilk sözüm “Oh, kabusmuş” oldu. O zaman anladım ki, diyaliz fikri beni kendisinden daha çok korkutuyor. Böylece bu hastalığı kabullenmemdeki en büyük adımı attım.

Bunlar bir gün geçecek Nezaket
Bu arada fistülümü geliştirmem için sol elimle sürekli bir stres topunu sıkıp duruyordum. İtiraf etmeliyim ki bu işten hem nefret ediyor hem de anlamsız buluyordum. Ancak bir sabah uyandığımda fistülümden F1 pilotlarının pistte bıraktıkları sesi duyamayınca değerini anladım. “Tanrım” diyordum “Yine mi aynı şeyleri yaşayacağım. Bir ameliyat daha olmak istemiyorum.” Daha bir dikkatli dinledim, belki de heyecandan duyamıyordum ama tık yoktu. Böylece soluğu hastanede aldım. Ama o uzun yol boyunca aklımdan geçenleri, çaresizliğimi hatırladıkça hala içimi bir karanlık kaplıyor. Bu yüzden doktorun stetoskopuyla fistülümü dinledikten sonra beni neşelendirmek için “perfect” demesini asla unutamıyorum. Bazı ilaçların iyileştirmediğini, beynin o bölgeye iyileş mesajı vermesini sağladığını öğrenmiştim. Benim de beynimle fistülüme “iyi ol” mesajı vermem gerekiyordu. Bunun için de onu sevmeliydim. İşte böylece Nezaket ortaya çıktı. Pek bir nazik olduğu için fistülüme bu isim çok yakışmıştı. Nezaketin sevildiğini hissetmesi için de ara ara onunla konuşuyordum. “Bu günler geçecek, bir gün gelecek senin de benim de canım acımayacak” diyordum. İnsan zor zamanlarda umudu tuhaf yerlerde arayabiliyor ya da kendine hiç akla gelmeyen yöntemlerle moral verebiliyor. Tıpkı aylar sonra Akdeniz Üniversitesi’ne hem röportaj hem de nakil sırasına yazılmak için gittiğimde gördüğüm resimdeki gibi... Bu dokuz yaşındaki böbrek hastası bir çocuğa aitti. Onun iki güneşi vardı, biri her sabah doğan bildiğimiz güneş ki, bu okulunun üzerindeydi. Diğeri ise “böbrek güneş” ti ve diyalize girdiği hastanenin üzerindeydi. Umarım bir gün o böbrek güneş onun için de benim için de hiç batmamak üzere doğar.

Yarın:
* İdrarımın kokusunu özlüyorum.
* En zoru sıvı diyeti
* Rüyasında çeşmeden kana kana su içen Mehmet Bey...
* Meyvenin bizim için zehirden farkı yok

Haberin Devamı