Battaniyenin sıcağında, elde çayla televizyonun yeni yıldızlarıyla...

Haberin Devamı

Malum, yaz gibi başlayan hafta, ortalarından itibaren kara kışa döndü. Ve benim hayatımı olduğu gibi değiştirdi. “Amma da abarttın!” demeyin rica ederim. Çalışma ortamı ofis olan gruptan değilseniz, çaresiz hayatınızı meteorolojiye endeksli geçirirsiniz. Örneğin bu hafta 2 gün çok önemli bir çekimim vardı. Aylarca hazırlanıldı, yurt dışından insanlar geldi ve sonuç “puffffff”.

Çekimler ertelendi ve hepimiz evlere dağıldık. İşte o dakikadan sonra, aynı koltuğun aynı kenarından bugüne kadar beni kimse kaldıramadı. Kendimi tüm hafta yapılacaklara o kadar endekslemiştim ki bir anda sudan çıkmış balığa döndüm. Bu arada çekim ekibinden haber beklediğim için “yedek pilot” misali evde nöbete kaldım. Dışarda yağmur fırtına, evde çay ocakta... Şikayetçimiydim? Asla!

Bu kadar canlı bir insan olmakla birlikte oturduğum yerden kalkmamayı başarmak gibi bir özelliğim vardır. Hiper aktivite misali ben de kendi uydurduğum bir tanımla “Lower” Okuyorum, yazıyorum, dergi karıştırıyorum, hobi yapıyorum, telefonda dedikodu ediyorum... Ve bir bakıyorum, saatler geçmiş, Ada okuldan gelmiş. Ardından eşim, yemek derken gün bitiveriyor.

Battaniyenin sıcağında, elde çayla televizyonun yeni yıldızlarıyla...

Yeni bir diziye başlıyorum...

Dikkat ederseniz, evde bir günümü anlatırken televizyondan hiç bahsetmedim. Çünkü bizim evde çoğunlukla televizyon izlenmez. Yanlış anlamayın bunu maharetmiş gibi ukalalık olsun diye söylemiyorum. Televizyon sektöründen ekmek yiyen bir insan olarak bunu kendime ihanet kabul ederim. Sebebi; eşimin televizyon izlemeyi sevmiyor olması. Maç dahil! Tam, yemeğin rehavetiyle kıvrılıyorsun kanapeye, elinde kumanda, hoooop Tolga yanı başında başlıyor konuşmaya: Ne izliyorsun... Bunu mu izliyceksin şimdi... Konusu ne bunun... Offfff.... Hadi film koyalım... Oysa ben, ne izlediğimi filan bilmiyorum o sırada. Gezinip duruyorum işte, kanallar ve yüzler arasında. İlgimi çeken yerde biraz kalıyorum, aklımda binbir alâkasız düşünce... İzlemek değil, bakmak hatta pineklemek bu belki de. Ama insanın ona da ihtiyacı var işte. Hafiften için geçer kimi zaman, üzerine çektiğin küçük boy battaniyenin sıcağında. Bir bakmışsın, Kenan Işık sana soru soruyor rüyanda... Ama bizim evde, benim eşimle bunu yaşamak ne mümkün! İlle oturup pür dikkat film izleyeceksin ya da o televizyon kapalı duracak! Film izlemeye itirazım yok da arada televizyon keyfi yapmak da mümkün olsa... Yani, benim televizyon izlemiyorum demem ukalalıktan değil, gıpta etmekten.

Nerden nereye, gelelim asıl meseleye... İşte bu hafta, hava kışa dönünce, yağmurdan çekimler iptal edilince, Ada kendini sınavlara verince, eşim işine gömülünce, televizyonla yakın temasa geçme fırsatım oldu. Oh yahu! Tam bağımlısı olmayı istemem ama itiraf edeyim bunun da bir keyfi varmış. Kumanda-battaniye-çay ve ben, mesut bir hâlde geçirdik günlerimizi.

Ve ben yeni sezonda parlayan yıldızları izledim. Bu arada küçük bir sırrımı da paylaşmak isterim. Yeni bir dizinin hazırlığı içindeyim ve büyük heyecan yaşıyorum. Aşırı çalışma temposundan kaçtığım dizi sektörüne bir cesaret yeniden girmeme sebep ise bayıldığım bir projeyle karşılaşmış olmak. İnşallah, bu zor çalışma şartlarının altından kalkabilirim de bir sendrom da ben yaşamam!

Sarp Akkaya ve Elif İskender’i keyifle izledim

Sezonun parlayan yıldızları demiştim az önce. Geçen haftalarda, “Kayıp” dizisinin çocuk oyuncusu Erhan Can Kartal”, “Med-Cezir” dizisinin delikanlısı Orhan Ölmez’in yeni parlayan yıldızlar olduklarını ve yine aynı dizilerde Mete Horozoğlu ve Barış Falay’ın her zamanki başarılı performanslarını sürdürdüklerini yazmıştım.
İşte oyunculuklarıyla, enerjileriyle bu hafta dikkat çekici bulduğum ve büyük keyifle izlediğim iki isim:
Sarp Akkaya: Muhteşem Yüzyıl en başından beri mümkün mertebe tâkip etmeye çalıştığım bir dizi oldu. Ama bu yıl, açıkçası benim için cazibesini kaybetmişti. Taa ki “Atmaca” karakteriyle, elinde baltası, deli deli bakan gözleriyle Sarp Akkaya’yı görene kadar. Enerjisi ve oyunculuk yeteneği ile “Atmaca” karakterini kelimenin tam anlamıyla “can”landırmış.
Özellikle dövüş sahnelerine bayıldım. Hem düşük kare çekerek yönetmen müthiş bir etki yaratmış hem de Sarp Akkaya, bu sahne için sıkı çalışmış. Bizdeki en büyük eksiklik olan dövüş sahnelerinin sakilliği de böylece ustaca kotarılmış. Emeği geçen herkese helâl olsun. Yıllarca polisiyede oynayıp, tabancayı kepçe gibi tutan oyunculara inat, Sarp Akkay’nın baltayı kullanışındaki inandırıcılık da bir alkışı hak ediyor. “Muhteşem Yüzyıl” da bu sezonki yeni kanını bulmuş olarak yoluna devam ediyor.
Elif İskender: Çalıkuşu’nun Besime Teyzesi. İşte oynadığı karaktere “can” veren bir başka oyuncu... Besime rolünü Türkan Şoray’ın Çalıkuşu’nda efsane tiyatro oyuncusu Şaziye Moral, Aydan Şener’in Çalıkuşu’nda Saime Bekbay oynamıştır. Elif İskender, sıcak ve samimi oyunculuğu, doğru ama aynı zamanda doğal Türkçesi ile izleyeni kendine hayran bırakıyor. Demek neymiş efendim; doğal bir konuşma tutturmak uğruna ille de “geliyo-yapıyo” demek, olur olmaz “ıııııı” ile lâfa başlayıp “yaaaa” ile bitirmek gerekmiyormuş. Ben ukalalık etmek istemem, en iyisi hem iyi hem doğal hem samimi konuşma ve oyunculuk nasıl olur görmek isteyenler Elif İskender’i izlesin derim.

Çağan Irmak farkı hissediliyor

Çalıkuşu demişken... Türkiye’nin en çok bilinen romanı Çalıkuşu, bir kere film ve bir kere dizi olarak izleyiciyle buluştuktan sonra üçüncü kez yine dizi olarak karşımızda. Çağan Irmak yönetmenliğinde, Fahriye Evcen ve Burak Özçivit ikilisiyle yeniden ekrana gelen Çalıkuşu, sezonun en iddialı yapımı. Çağan Irmak’ın, pudramsı bir his veren dokunuşu filmin her karesinde hissediliyor. Özenli bir yapım. Nefis mekân ve kostümlerde yine Muhteşem Yüzyıl’ın da sanat yönetmeni olan Nilüfer Çamur’un imzası var. Dizi, ilerleyen bölümlerde daha çok izleyici toplayacak gibi görünse de ilk haftalarda tahmin edilen bomba etkisini yaratmadı seyirci üzerinde. Bana kalırsa, “güncellenmiş” bir Çalıkuşu’nun yine eski dönemde geçiyor olması bu mesafeyi yarattı seyirci ve hikâye arasında. Keşke bu gün geçseydi ya da adı Çalıkuşu olmasaydı, belki de izleyiciyi daha çabuk yakalayabilirdi.
Çok kitap okunmayan ülkemizde, en iyi bilinen kitaptır Çalıkuşu. Milli Eğitim’in zorunlu kitap olarak belirlendiği için, ortaokul öğrencileri tarafından ezbere bilinir örneğin.
O yüzden, pek çok edebiyat uyarlamasında yapılan değişiklikler sanırım Çalıkuşu’nda zor kabul edilecek. Havai ve pek bir işe yaramaz olan Kâmuran’ın doktor olması, vurdum duymaz görünen ama hep dudağının kenarında acısını taşıyan Feride’nin fevkâlade havai ve neşeli yorumlanmış olması, “küçüğüm” diye seslenen ve Kâmuran’ın kendinden yaşça büyük tutkusu Neriman’ın genç bir kadın olarak karşımıza çıkması, dizinin genç kadrosunun “bence de sence!”, “çalışmadığım yerden sorma”, “antin kuntin“ gibi 90’lar sonrası bir Türkçeyle konuşurken feracelerle dolaşıyor olması, beklenen “Çalıkuşu” algısından uzaklaştırıyor olabilir seyirciyi.
Bilirsiniz, Çalıkuşu’nun ana çatışması ve kabaca konusu; genç bir kızın kalbinin, zengin ve yakışıklı ama aklı bir karış havada Kâmuran tarafından tüm hayatını etkileyecek şekilde kırılması ve Feride’nin onu hak etmeyen biri uğruna hayatını dağıtması, kavuşmanın ise ancak yıllar sonra Kâmuran’ı olgunlaşması ile mümkün olmasıdır. Oysa Kâmuran, iyi kalpli doktor ve ideal bir damat adayı olarak karşımızda. Bu durumda, bilinen Çalıkuşu değil yeni bir hikâye ile karşılaşmaya seyircinin hazırlıklı olması gerek .
Bir kadın olarak küçük bir dedikodu yaparak yazımı sonlandırmak istiyorum: Çalıkuşu’nda hem Fahriye Evcen hem Begüm Kütük güzellikleriyle baş döndürüyor. Sanırım yeni Çalıkuşu’nun çatışması iki
güzel arasında kalan Kâmran’ın 500 bölüm işin içinden çıkamaması olabilir.

DİĞER YENİ YAZILAR