Haftanın özeti; bir film bir kitap, bir konser

Haberin Devamı

Büyülü dünyaların cazibesi ve gerçek dünyanın kâbusu arasında, bir alçalıp bir yükseldim bu hafta... Kâh çok mutlu oldum, kâh acı duydum; bir yükselip bir alçalarak uçtum, kimi zaman zevkten kimi zaman üzüntüden gözyaşı döktüm. İşte benim haftam...

Pazartesi Bir film: Muhteşem Gatsby...

1925 yılında F.Scott Fitzgerald’ın , o dönemin ruhu olan “Amerikan rüyası”na eleştirel bir bakışla ve karşı duruşla yazdığı bu muhteşem roman, ilk baskıdan bir sene sonra beyazperdeye uyarlanmış. 1926 yılından sonra 1949, 1974, 2000 yıllarında yeniden çekilen film, bu yıl yönetmen Baz Luhrmann tarafından yorumlanmış olarak seyirciyle buluşuyor. Bir sinema izleyicisi olarak, yenilikçi yorumlardan hoşlandığımı söyleyebilirim. Benim için en önemli kriter, film bittiğinde etkilenmiş olarak beynimde ve ruhumda filmden izlerle sinema salonundan ayrılmaktır. Bu filme giderken de, hem Muhteşem Gatsby romanını hem de yönetmen Baz Luhrmann’ı sevdiğim için büyük bir heves taşıdığımı belirtmeliyim.
Ve şimdi de, filmi izledikten sonra, hevesimin kursağımda kaldığını itiraf etmeliyim. Yönetmenin, Romeo+Juliet filmi çok aykırı bir Shakespeare uyarlaması olduğu için yadırgandığında da, müzikleri yabancılaştırıcı bir öğe olarak kullandığı Moulin Rouge müzikalini yaptığında da, ben bu yenilikçi bakışı çok sevdiğimi hissetmiştim. O yüzden, Muhteşem Gatsby’nin yeni yorumu benim içimde heyecan ve merak yaratmıştı. Ama filmi izledikten sonra, yenilikçi bir yorumdan çok, yönetmenin kuş kondurma isteği olduğu hissine kapıldım.
Son yıllarda Keira Knightley’ın yaptığı gibi, bazı oyuncuların,tribüne oynar gibi “Oscar”a oynadığını hissediyorum. Bu filmde de aynı şeyi hissettim. “Heeey öyle bir film yapalım ki tüm Oscar’ları alalım”... İşte filmle ilgili hissim bu. Hele 3-D olması bu kuş kondurma gayretine bir de tüy dikmiş bana göre. Kötü bir film mi? Elbette hayır. Ama filmden ne etkilendim ne de filmi sevdim.
Üstelik, romanın ağır akışını kırmak ve filmin sıkıcı olması riskini azaltmak için yaratılan cümbüş, ters tepmiş ve hikâyenin hissi kaybolduğu için filmin hızlı ama bir o kadar sıkıcı olmasına sebep olmuş. Özetle, hissiz buldum filmi. Elbette bu benim şahsi fikrim. Ama açıkçası bazı eleştirmenlerin, Leonardo Di Caprio ile ilgili, “kendini epey geliştirdi” yorumunu da şaşkınlıkla karşılıyorum. Dünyanın en çok kazanan, en iyi projelerin içinde yer alan aktöründen beklenti, “çocuk kendini geliştiriyor”un ötesinde olmalı bana göre. Üstelik bu oyuncu 40 yaşında ise! Bu kadar fırsat verilse kendini geliştiremeyecek oyuncu olacağını sanmam. Bu filmde de Di Caprio’nun oyunculuğu bana sıradan geldi. İtiraf edeyim, Rober Redford’un Gatsby’sinin üzerine hatta yavan geldi.

Salı

Bir kitap: İsmilâzımdeğil

Okumayı seven biri olarak, yeni bir kitap ve daha iyisi yeni bir yazar keşfettiğim zaman çok mutlu olurum. Benim gibi olan insanların varlığını bildiğimden, bu keşiflerimi de paylaşmak isterim. Kitabın adı: İsmilâzımdeğil (Yazdığım gibi birleşik yazılıyor) Bir ilk roman. Yazar: Erdinç Mutlu. Yenilikçi, heyecanlı, fantastik ve içimizden bir roman. Hâyalle gerçek, rüya ile bizim aramızdaki bir hikâye... Çok uzak bir o kadar yakın, nostaljik olduğu ölçüde yenilikçi, sâde ama aynı zamanda karmaşık, naif ama çarpıcı... Tek kelimeyle lezzetli bir anlatım. Yazarın, kitaptan elde edeceği gelirin bir bölümünü, romanın kahramanı “ismilâzımdeğil” gibi tekerlekli sandalye mecburiyeti içinde olanlara bağışlayacağını da not düşmeliyim.
Okur dünyamıza hoşgeldin Erdinç Mutlu.

Çarşamba Bir konser: Itzhak Perlman...

Yoksa Muhteşem Perlman mı demeliydim? Hiçbir sıfat, bu keman virtiözünü tarif edebilir gibi gelmiyor. Yapı Kredi Özel Bankacılık ana sponsorluğu ile İstanbul’da olağan üstü bir konser veren Perlman, seyirciyi büyüledi. Klasik müzikten anlayıp anlamamak, sevip sevmemek , bu sihirli kemanın dünyasında erimeye sebep ya da engel değildi. Şah damarına dayadığı kemanıyla bir beden oluyordu sanatçı. O kadar parmaklarının ucundaydı ki duyguları, biz dinleyicileri de kendi bedenine kattı. Ve hissettik... Sadece hissettik...
4 yaşında çocuk felci geçirdiği için Itzhak Perlman ayağa kalkamıyor ama kemanıyla, her konser sonrası binlerce insanı ayağa kaldırıyor. O da defalarca ve defalarca yeniden çalarak, ayakta alkışlayanlara teşekkür ediyor. İnsan bu rüya hiç bitmesin istiyor.
Ülkemizde çok az rastlanan böyle muhteşem performansların çoğalması için, sponsor olan kuruluşların artmasını diliyor ve bu muhteşem buluşmaya imkân sağladığı için ana sponsor Yapı Kredi Özel Bankacılık’ı tebrik ediyorum.

Perşembe Bir vahşet: Gezi Parkı kıyımı...

Haftanın özeti; bir film bir kitap, bir konser

Aslında perşembe değil, her şey pazartesi gece yarısı, Gezi Park’ta yıkım çalışmalarıyla başladı. Birden bire, sessiz sedâsız ve sanki çok olağanmışçasına, kent merkezinde zaten çok az olan, neredeyse son kalan ağaçlar kesilmeye başlandı. İnsanlar ağaçlara sahip çıktı, İstanbullu parkını vermek istemedi ve ben de safça bu isteğin haklı bulunacağını, kararı uygulayanların yanlışlarını farkedip, halkın bir canlıyı korumadaki haklı mücadesine saygı göstererek geri çekileceklerini bekledim. Taa ki perşembe gününe kadar... Bürokrasinin ağır işlediği ülkemde, kararın geri çekilmesinin bir kaç gün alacağına dair inancımı perşembe gününe kadar muhafaza etmiştim oysa. Ağacın bir “can” olduğunu bilen, bir canın ölüm hakkının kimsede olmadığı inancını taşıyan, toplum sağlığımız için park ve ağaçların öneminin farkında olarak, çocuklar AVM ya da betonda değil, parkta oyun oynasın isteyen, sadece ağaçların altında oturmak suçu işleyen kadınlara sıkılan biber gazına rağmen sürdürmüştüm üstelik umudumu. Emek Sineması’nın yıkımını, o sinemayla bağı olan binlerce sinemaseverin, halkın, kent sakininin, en çok söz sahibi olması gereken binlerin engelleyemediği gün kaybettiğim inancımdan geriye kalanları, bir kez daha ve bu kadar çabuk kaybedeceğimi hiç aklıma getirmemiştim oysa.
Şu anda iflâh olmaz iyimserliğimle ne yapacağımı bilemez hâldeyim.
Ve bu hâl içinde, kendini; ağaçların, kuşların, eserlerin, tarihin, halkın, oksijenin, Allah’ın yarattığı, insanın kattığı her şeyin sahibi sanan zihniyete sesleniyorum:
“Gölge etme başka ihsan istemem “ sözünü kendinize göre yorumlamayınız. Bize böyle bir ihsân bahşetmeyiniz. Biz yalnızca gölgemizi geri istiyoruz, lütfen ihsân etmeyiniz!

Cuma Bir haber: Kocaman’ın istifası...

Aslında bu da Perşembe’nin haberi ama ağaçlar için ağlamaktan beynim bulandığı için ancak bu gün idrâk edebiliyorum. Yine de hiç bir haber, “Gezi Park” tan gelen haberler kadar etkilemiyor beni. Evet, haftanın sansasyonel haberi Fenerbahçe’den geldi: Aykut Kocaman’ın istifası kabul edildi. O kadar çok kişiyle iddiaya girmiştim ki bu konuda, artık hesabını tutamıyorum. İnsanların bu haberi sürpriz gibi karşılamasına da ayrıca şaşırıyorum. Kocaman, sezon başında bu kararını çok net ifade etmişti zaten. Fenerbahçe’yi karalama sevdalıları da hemen üst üste haber üretmekten geri kalmadılar bu arada. Yok “ben kovdum” dedi, yok “beni kovdu” dedi... Bırakın bunları bir kenara. Kocaman, kararını uyguladı o kadar. Artık herkese de “Hayırlı olsun” demek düşer.
Ve bu Cuma gününün, hikmetine yakışır biçimde, “yaratılanı severim yaradandan ötürü” fikrinde olan kişilerin ağaçların da can taşıdığını ve bize can-nefes verdiğini hatırlayan insanların birliğiyle sona ermesini diliyorum.
Size söylemiştim; maalesef ben iflah olmaz bir iyimserim!

DİĞER YENİ YAZILAR