Cumartesi Rapsodisi

Haberin Devamı

Cumartesi sabahı... Uyanıyorum... Akşamdan kalma yavan bir tat dimağımda... “Sebebi yok, sebebi çok” bir his bu.
Çevrende her şey kötü gittiğinde, uzağındaysan yaşananların, utanca benzer bir duygu kaplar insanı.

Cumartesi Rapsodisi


Bir yandan şükredersin “salim” kaldığın için ama bir yandan da neşelenme hakkı bulmazsın içinde. İşte böyle bir hâl içinde başlıyorum güne. Ülke, yara bere içinde, facialar üst üste... Bir kör döğüşün içinde, yuvarlanıp gidiyoruz işte...

Cumartesi Rapsodisi

Evde öylece oturmak, kasveti koyulaştırmaktan öteye götürmüyor günleri. Coşup eğlenecek, vurdum duymaz tıynet de bende yok. Ama yaşamak istiyorum inadına ve karışmak hayata. İşte böylece bırakıyorum kendimi akışa... Yassız ve gözü yaşsız bir günün kucağına...
Üsküdar’dan vapura biniyorum. Martılar düşüyor önüme... Araba yok, trafik yok... Tuz kokusunu çekiyorum içime... Küçük bir çocuğun elindeki simit için gösteri yapan martıyı izliyorum. Martının iştahını görünce acıktığımı fark ediyorum. İştahım da kaçmış keyfimle birlikte meğer, şimdi anlıyorum. “Keyifsiz iştah hali, oburluktur” derim. Ağzının tadı olmayınca, yemek yemek hamallık. Ama bu Boğaz havası, mutluluğa benzer bir his uyandırıyor içimde. Vapurdan inerken, çocuğun elinde evirip çevirdiği simite, martılar gibi talip olmak geliyor içimden. Karaköy’e inince, Çerkezköy’e gidip çeşit çeşit peynir, zeytin, börek, ne varsa sipariş ediyorum. Mendil satan küçük kıza, “Sucuk sever misin?” diyorum. Gözlerindeki ışıltıdan alıyorum cevabımı. Yarım ekmeğin içine dolduruyorum sucukları. “Gel beraber yiyelim” diyorum. Ağacın altına oturup, bana oradan bakışlarıyla eşlik ediyor. Bu kez bir sokak köpeğine ikramda bulunuyorum. Bir türlü beğendiremiyorum. Halime gülen mekan sahibi yetişiyor imdadıma ve “Vejetaryen o” diyor. Çok şaşırıyorum. Koskoca bir sokak köpeği ve vejetaryen... İlk kez böyle bir şey görüyorum... “Köpek köpeğe benzemiyor ama insanlar hep birbirine benzemeye çalışıyor” diye geçiriyorum aklımdan. Yürüyorum yol boyu... Aşıyorum, arşınlayarak denizi. Eminönü, Mısır Çarşısı, Sirkeci... Fotoğraf meraklıları için cennettir Sirkeci. Biliyorum ama saat meraklıları için de öyleymiş meğer yeni keşfediyorum. Çeşit bol, fiyatlar ucuz. Ama ben yine dalıyorum fotoğraf malzemelerine... Hayyam Pasajı’nda kendimi kaybediyorum. Almayacaklarımı da alıp, yeni sırt çantama dolduruyorum. Tramvay, füniküler, tünel... Birinden inip, birine biniyorum. Arada bir fısıltılara takılıyor kulağım; “İnsan insan bu kadar benzer, şu turist kadın bizim Berna Laçin’e ne çok benziyor” diyor biri... Hiç istifimi bozmuyorum. Kendi ülkemde turist takılıyorum...

Bebeğin büyümesi gibi hızla değişen Galata

Galata’ya geliyorum. Sık sık dolaştığım halde, buralardaki değişim, bir bebeğin büyümesi gibi hızlı olduğundan, her seferinde şaşırtıyor beni. Paris’in, Londra’nın, Berlin’in, o en bilinen markalarından kendini ayırmış, tasarım ve sanat kokan halini Galata’nın ara sokaklarında yakalamak büyük keyif veriyor. Farklı bir şıklık anlayışına sahip kafelerden, hangisinde soluklansam diye şaşırıyorum. Serdar-ı Ekrem Sokak’taki mekanlar beni benden alıyor. Ev gibi döşenmişi, sokak gibi tasarlanmışı, balıkçısı, çaycısı... Hiçbirisi, ne birbirine ne de kendinden öncekilere benzemeyen mekanlar... İçinde tarihi kostümlerle fotoğraf çektirebileceğiniz “Giyçek” nostaljik fotoğraf stüdyosu, çekiyor ilgimi... Bir gün Ada ile gelip neşeli bir çekim yapmak için hayal kuruyorum. İçim açılıyor... Veeee fotoğraf tutkunlarını delirtebilecek olan, Lomografi’nin mağazasına giriyorum. Çok eski ve ünlü olan, “düşünme çek” mottosunu temel alan ve günümüzde de büyük hayran kitlesiyle oluşturduğu “Lomografi” akımıyla yoluna devam eden bu nostaljik, filmli makineler, gerçekten baştan çıkarıcı. Sonunda bir tane küçük, mavi, harita desenli ve eski tip bir flaş taşıyan modelini edinip, yeni oyuncağımla -çünkü gerçekten oyuncak gibi görünüyor- fotoğraf çeke çeke yoluma devam ediyorum. Tabii, dijital olmadığı için tab ettirene kadar ne çektiğimi, basılı çıkacağını anlayamayacağımı biliyorum. Yine de çok keyif alıyorum.

İç içe kültürler Beyoğlu’nun sokaklarında kök salmış

Galata’nın yanından, Tünel’e çıkan sokakta, mumcular, el dokuması şalcılar, aksesuarcılar... Sırt çantamı doldurmaya devam ediyorum. İstiklal Caddesi’ne gelince, sokak müzisyenleri, duvar resimleri ve kalabalık, beni içinde eritiyor. Bir rengin bütününü oluşturan farklı bir renk gibi hissediyorum kendimi. Tam ihtiyacım olan şeyi veriyor bana burası.
Sen-ben-öteki diye ayrışmadan, bambaşka renklerin nasıl da bir arada büyüleyici bir güzellik yarattığına tanık olmak, bunu
ülkemin tamamı için hissetmek istiyorum. Bu Bizans’la kurulmuş toprakta, Osmanlı kök salarken, Cenevizliler’in, İtalyanlar’ın, Fransızlar’ın izlerini bıraktığı sokaklar, bu iç içe kültürlerle yoğrulmuş koku... Beyoğlu... Bu kadar çok kökü olmasaydı, bu kadar çekici olur muydu... Türkiyemiz de elbet fark edecek bir gün bunu... İnancımı kaybetmiyorum... Kaybetmek de istemiyorum...

Garibaldi’nin evi kültür merkezi olacak

Biraz yorgun düşüp sıcaktan bunalınca, Galata Mevlevihanesi’nin bahçesine atıyorum kendimi. Bir ağaç gölgesinde, kalbimde Mevlâna’nın sözleri, derin derin huzur çekiyorum içime. Bu yapının komşusu olan, Alman Lisesi’nde tenefüs zili çalana kadar kalıyorum öylece. Ve dalıyorum tekrar, Galata’nın ya da başka bir deyişle Pera’nın sokaklarına...
Bu bölge, Bizanslılar tarafından kurulmuş ama asıl popüler olması, Cenevizliler, Venedikliler, Napoliler gibi İtalyan kökenlilerin gelmesiyle oluşmuş. 1000’li yıllarda Pera bölgesi, özerk bir statüye geçmiş. Venedikliler’in fikriyle, etrafı surlarla çevrilmiş ve Bizans’a bağlı bir koloni olarak ama özel bir yönetim biçimini kabul ettirmiş. Bu, Osmanlı’da da sürmüş. Fatih Sultan Mehmet, fermanıyla da bu bölgenin özerk olduğunu ilan etmiş. 1600 yıllara kadar da bu özerk uygulama devam etmiş. O yüzden, pek çok yapı, İtalyan bu bölgede. Bunların en eskisi ve en korunmuşu, Garibaldi’nin evi-Casa Garibaldi... İtalyan işçilerin kurduğu bir çeşit SSK... Şu an restorasyonda ve bittiğinde çok müthiş bir kültür evi olacağını şimdiden söylemek yanlış olmaz. İtalya devletini kuran, İtalyanların en büyük kahramanı Garibaldi, 3 yıl Pera’da yaşamış. O günlerden bugüne kalan, işçilerin kayıt defterleri, ilk günkü tazeliğinde korunup bugünlere gelmiş. Garibaldi’nin evindeki, bu kayıt defterlerinin de saklandığı kütüphane çok etkileyici. Ve en güzeli, Osmanlı’daki İtalyan işçilerin, gelirlerinden yaptığı kesintilerle aldıkları bu binada küçük bir de opera salonu açmış olmaları. İtalya’nın sanatta bu kadar gelişmesine şaşmamak gerek. Sanata, su gibi, ekmek gibi bir ihtiyaç olarak baktıklarını bir kez daha görüyor ve kıskanıyorum.
Saatlerce yürüyorum yollarda... Kiliselere giriyorum çıkıyorum... Elime mum veriyorlar, yakıyorum... Beyoğlu’nun adının nerden geldiği ile ilgili pek çok söylence var ama en kabul görmüşü; 1500’lü yıllardan itibaren Venedik Büyükelçilerine, “Bayio“ denildiği için bu ismi aldığı. Buralar henüz bağ iken, Venedik Büyükelçiliği kendine burayı mesken tutuyor. Halk arasında, “Bayio’nun oraya gidiyorum“ lafı, olmuş yıllarla “Beyoğlu”. “Baio’nun” anlamında söylenen “Baios” yolu ise, bugün karşımıza “Balyoz” sokak olarak çıkıyor. Peki Garibaldi ismi bugün hangi sokağın orijinal ismi derseniz: Meşhur
Kallavi Sokak.

Size sesleniyorum hadi çıkın sokağa!

Beyoğlu büyüleyici, Beyoğlu sırlarla dolu... Beyoğlu eski görkemine ve güzelliğine kavuşmak için silkinmeyi bekliyor. Bu haliyle bile bu denli çekiciyken, aslına uygun olarak restorasyon yapıldığında nasıl bir ışıltıya sahip olacağını hayal bile edemiyorum. Yürürken, muhteşem Markiz Pastanesi‘nden tarafa bakmamaya çalışıyorum. Camında, kocaman parlak ve renkli kağıt bir afişte “fish and cips“ yazıyor. İçim acıyor. Bunu modernleşme sananlar yanılıyor... Düpedüz, zevksizlik ve saygısızlık olduğunu herkes görüyor.
Ve Beyoğlu’nun olmazsa olmazı... Kitapçılar... O muhteşem kağıt kokusunda kendimden geçiyorum. Koleksiyonculardan pul alıyorum. Ve elbette pek çok yeni kitapla dolduruyorum çantamı. Yeni aldığım kitaplarım: Son Oyun-Ahmet Altan (Öyle lezzetli ki kelimeleri, insanın dimağından ruhuna yayılan bir tad bırakıyor), İmza Karın (Benim de eşime yazdığım bir mektup var içinde. Tanıdığınız 100’ü aşkın kadının, aşık oldukları adamlara yazdıkları mektupları Banu Özkan Tozluyurt derledi. Geliri tamamen STE derneğine bağışlanan bu aşk dolu romantik kitabı kaçırmayın derim) ve bir ilk roman Zillet-Ülkü Burhan (Bir kadının ensest ve tüm yaşamla mücadelesini, cesurca ve ancak bir kadının hissedip anlatabileceği incelikte bir duyguyla aktaran, özellikle kadınların çok etkileneceğini düşündüğüm, çarpıcı bir kitap.)
Yorgunluk ve açlık içinde, yeni ve muhteşem keşfim olan “Varka“ya gidiyorum. 20 küsür yıl önce, Antakya’ya gelen giden ve bugün kendi kentine dönüp Antakya yemeklerini bizimle buluşturan Ganimet Hanım ve oğlunun, İstiklal Caddesi’nde açtığı, küçük, sıcak ve nefis lezzetlerle dolu bir mekan. İştahlı olmanın, yaşamdan tat almakla benzerlik taşıdığını bir kez daha keşfedip, her şeyden az az tadıyorum. Künefeyi de ıskalamıyorum tabii...
Evime dönüyorum, her şeye rağmen yaşama tutunarak... Size sesleniyorum, hadi çıkın sokağa ve gönül kulağınızı verin bu rengi çok, kültürü bol coğrafyanın rapsodisine... Belki size de bir şeyler anlatır bu ezgiler... Denemeye değer...

DİĞER YENİ YAZILAR