Gazete Vatan Logo

Ben de böbrek bekleyen kırk bin kişiden biriyim

Yedi ay öncesine kadar ölüm, benim için de bir korku filmi malzemesiydi. Hiç ölmeyecek gibi yaşıyor, hiç yıpranmayacakmışım gibi çalışıyordum. Sonra bir gün yataktan kalkamadım...

Hep başkalarının başına geldiğini sandığımız hikâyelerden bu. Ama ben bu hikâyenin hayatımı işgal etmesini istemiyorum. Sadece kendim için değil, diğer organ bekleyenler için de...

İlk gençlik yıllarında ölümden umursamaz bir edayla bahsederiz. Gencizdir, bedenimiz de hayallerimiz gibi dünyayı yerinden oynatacak kadar güçlüdür. Aklımız bir karış havadadır. En sert cümleler bile şampanya köpüğü kadar hafiftir. Aynı şey benim için de geçerliydi. Edebiyata ilgi duyan arkadaşlarımla 26’sında intihar eden yazarlar üzerine konuşup dururduk. Hatta üniversite yıllarında yazdığım bir şiirde “Daha doğarken imzalandı ölümle kontratım ve şimdi geriye ödenecek senetlerim kaldı” diyecek kadar hayatı ölümle ilişkilendirirdim. Ama bu kesinlikle bir yüzleşme değildi. (Bunu şimdi anlıyorum). Gençtim, ölüm benden uzaktı ve onunla istediğim gibi sohbet edebilir, oynayabilirdim. Ancak yaşım ilerledikçe kurduğum cümlelerden ölüm kelimesini çıkarmaya başladım. Çünkü ölüm denilen şey, üzerine şiir yazıp sonra da beğeni toplayacağınız sıradan bir tema değildi. En iyisi ondan hiç bahsetmemekti ya da ucuz Amerikan filmleri ile onu sıradanlaştırmak.

Yedi ay öncesine kadar ölüm, benim için de bir korku filmi malzemesiydi. Hiç ölmeyecek gibi yaşıyor, hiç yıpranmayacakmışım gibi çalışıyordum. Sonra bir gün yataktan kalkamadım... Önce her sabahki gibi yataktan kalkmak istememe yordum bunu. Belki ters yatmış, belki uyurken üstümü açmıştım... Üstelik deşifre etmem gereken bir röportaj kaseti vardı. Birkaç saat sonra görev bilinci ağır basmış bilgisayarın başına geçmiştim. Ancak ne içtiğim çaydan keyif alıyordum ne de sigaradan. Bir şeyler ters gidiyordu.

İçimdeki ses ‘bir şeyler ters gidiyor’ diyordu
Sabahattin Ali, “İnsan beyni istediğimiz mantık silsilelerini kurmaya yarayan bir uşaktır” der. Ben de içimden bir sesin çığlık atmaya çalışmasına rağmen bunu son zamanlardaki yoğun çalışma tempoma yordum ve birkaç gün dinlenirsem toparlayacağıma kanaat getirdim.

Ancak ne kadar dinlenirsem dinleneyim, değişen bir şey yoktu. Üstelik Vatan Kitap’ı matbaaya göndermeliydim. Belki işe gidersem, çalışırsam iyi olurdum. Ama bir türlü konsantre olamıyordum, dahası yediklerimi de çıkarmaya başlamıştım... Sonunda soluğu acilde aldım. İçimdeki o ses, sürekli “bir şeyler ters gidiyor” diyordu. Bu yüzden acil servisteki doktorun “idrar yolları enfeksiyonu” teşhisine tepkim “emin misiniz” oldu. Serum tedavisi uyguladı, antibiyotik verdi ve bir hafta dinlenmemi, sonra da hastanenin üroloğuna görünmemi söyledi.

Çetin Altan’ın “mesleksiziz” tespitine hep katılmışımdır. Memlekette herkes her konuda fikir beyan edip durur. Bu yüzden doktorun tavsiyesini içimdeki sese rağmen sorgulamadım, ne dediyse yaptım ve içim rahat eve döndüm. Zaten bir hafta sonra göründüğüm ürolog da acil servis doktorunu onaylıyordu. Bu yüzden ailemin “Başka doktora da gidelim” teklifini her defasında reddettim. Bu arada arkadaşlarımla telefonlaşıyor, “Basit bir enfeksiyon yaşadığımı, yarın, olmadı en geç bir sonraki gün işe geleceğimi” söylüyordum. Ama o gün bir türlü gelmiyordu. İtiraf etmem gerekir ki, ablam nefroloğa gitmem için ısrar etmeseydi bu, uzun bir süre daha böyle sürebilirdi. O, yoğun bakım sonrası kısa süreli böbrek yetmezliği yaşayan babamdan ötürü bu konuda tecrübeliydi ve ben ona babamı hatırlatmıştım.

‘Sana donör olacak bir yakının var mı?’
Böylece Prof. Rezzan Ataman’ın kapısını çaldım, çıkışta lahmacun yemeyi planlayarak. Ama doktorun odasına girdiğim an, içimdeki ses avazı çıkana kadar bağırmaya başladı. Bir şeyler ters gidiyordu çünkü her zaman neşeli olan Rezzan Hanım endişeliydi. “Ben de çok şaşırdım, böyle bir şeyi hiç beklemiyordum” diyordu... Biraz sonra öğrenecektim ki kreatin 9, üre 110 değerindeydi. Ve bu böbrek yetmezliğini işaret ediyordu.

Hep yeni bir hayat özlemi kurardım. Güneşin doğuşuyla uyandığım, sahilde yürüdükten sonra bir kahvaltı yapıp günün gazetelerini okuduğum planlı, sağlıklı ve sakin bir hayat... Kendimi disipline edecek, daha çok yazacak ve daha çok okuyacaktım. Ve ne yapıp edip Latin Amerika’yı gezecektim. İşte bu yüzden doktorum “sana donör olabilecek biri var mı?” diye sorduğunda gözlerimin önünden film şeridi gibi geçip giden hayatım değil hayallerim oldu...

Birkaç saniyelik bir andı bu. Ama hayat ve ölüm arasında olduğu söylenen o incecik çizginin varlığını iliklerime kadar hissetmem için yetti de arttı bile. Rezzan Hanım’ın “Seni diyaliz programına almamız gerek” diyen sesi hem çok uzaktan, başka bir diyardan geliyordu hem de tam içimden... Artık 32 yıl boyunca edindiğim, kimi zaman bana yol gösteren, kimi zaman yoldan çıkaran her türlü savunma mekanizmam ayaklanmıştı. Bir insanın kendi içinde bu kadar kalabalık olabileceğini dahası hepsinin aynı anda konuşabileceğini söyleseler asla inanmazdım. Bir yandan “sakin ol, hastaneye yatar, toparlarsın, çok yorulmuştun” diyor, bir yandan da “kızları da lahmacun yemeye çağır” diyerek gerçekten kaçıyordum. Tabii tüm bunları düşünürken aynı zamanda da “bunu anneme nasıl söyleyeceğim” sorusuna da yanıt arıyordum.

Üstelik yine kitap ekinin basılacağı haftadaydı, bu sefer tüm bunları nasıl halledecektim? Ayrıca eşofman falan almak gerekecekti. Ama hayır tüm bunlara ayıracak vaktim yoktu, bütün kış boyunca yazın hayalini kurmuştum. Bozcaada’ya gidecektim... Ama en altta bir başka ses daha vardı ki tüm bu sesler onu bastırmaya çalışsa da hiç kesintiye uğramıyordu; “artık bir diyaliz hastasısın.”

Bunun ne demek olduğunu o an bilmiyordum ama artık hayatımda bir şeylerin değişeceğini anlamıştım. Bu yüzden ilk sözlerim; “Ama ben yalnız yaşıyorum, nasıl diyalize girerim” oldu. Dedim ya, bu öyle bir andı ki birkaç saniye önce hayallerime ağlarken birkaç saniye sonra hayatımı ne kadar çok sevdiğimi fark etmiştim. Evimi, kitaplarımı, sabahları yataktan bir türlü çıkmak istemememi, penceremden kulaklarımı şenlendiren bülbülleri, Boğaz’ı, sahildeki şirin kafeyi... Ve mesleğimi... Her gün yaşadığım stresin aslında mesleki tutkumun bir ifadesi olduğunu. Böylece beynim, Sabahattin Ali’nin dediği gibi mantık silsileleri üretmeye başladı. Diyordum ki, “Ben gazeteciyim, üstelik çok gencim, bana en azından bir yıl kazandıramaz mısınız? Bu süre içinde ben de hayatımı düzene koyarım.” Şu an bunları yazarken, bu sözleri söyleyen halimi şefkatle hatırlıyorum. Çünkü tüm bunlar çaresiz bir insanın saçmalamalarından başka bir şey değildi. Kiminle, nasıl, neye dayanarak yapılan bir pazarlıktı bu! Üstelik doktorumu da bu pazarlığın bilirkişisi gibi görmüşüm. Hani onu ikna edersem mahkemenin vereceği cezadan kurtulabilirmişim gibi.

Tüm bunların ne kadar komik ve saçma olduğunun o zaman farkında değildim. İnsan kendine, hayatına öyle birden bire pencereden bakar gibi bakamıyor. Yaşadıklarını anlayabilmesi, uyum sağlayabilmesi için zamana ihtiyaç duyuyor.

2 ders yüzünden sınıfta kalmıştım
İşte doktorumun ne denli özel biri olduğu da o zaman ortaya çıktı. Bana o zamanı verdi. “Üre ve kreatine rağmen kan değerlerin çok iyi. Bu yüzden bir ümidim var. Seni hastaneye yatırıp gözleyelim, gelişmelere göre karar veririz” dediğinde sadece “teşekkür ederim” diyebiliyordum; “Teşekkür ederim.”

Kendime söz vermiştim, kötü de olsa verilen tüm yemekleri yiyecek, moralimi ve umudumu yüksek tutacak, ilaçlarımı düzenli alacak ve bu hastalığı yenecektim. Ne de olsa mücadeleci kişiliği ile tanınan biriydim. Ancak ikinci günün sabahında tahlillere baktığımda daha fazla çırpınmanın bir anlamı olmadığını anlamıştım. Kreatin sadece 0.2 düşmüştü. Tahlil sonuçlarım sadece iki dersi zayıf, gerisi pekiyi olan öğrenci karnesi gibiydi. İki ders yüzünden sınıfta kalmıştım! Yoğun bakımdaki diğer hastalarla aramda tuhaf bir çelişki de vardı. Çoğu kendi kendine su bile içecek halde değildi. Ben ise ağlamaktan şişmiş gözlerimi saklamak için taktığım güneş gözlüklerimle ortalıkta bir rock star gibi dolaşıp, Vatan Kitap’ın yeni sayısının toplantısını yapıyordum. Ama acı gerçek şuydu, onların iyileşip hastaneden elini kolunu sallayarak çıkma ihtimalleri varken ben kalan ömrümü bir makineye bağlı olarak yaşayacaktım.

Böbrek yetmezliği nedir?



Böbreklerimizin en önemli görevi vücudumuzdaki zararlı ve atık maddeleri (üre, kreatinin, ürik asit gibi) süzerek, vücuttan idrar yoluyla atmak. Ancak böbreklerin görevlerini çeşitli nedenlerle ve geriye dönüşümsüz olarak kaybettiğinde böbrek yetmezliği ortaya çıkıyor. Bu hastalık erken dönemde fark edilirse ilaç ve diyet tedavisi ile önlenebilir veya geciktirilebilir. Ancak böbreklerimiz tamamen veya büyük ölçüde çalışamaz hale geldiğinde sadece ilaçla ve diyetle tedavi mümkün olmuyor. Bu durumda başka tedavi seçenekleri gerekiyor. Bunlar ise periton diyalizi, hemodiyaliz ve böbrek nakli...

Niye yazdım?
Hikayeyi bulup çıkarmaktır, gazetecinin görevi. Bu, bazen bir yazarın en sevilen romanını yazarken içine girdiği ruh halidir, bazen de bir depremzedenin yaşadıklarıyla ülkenin içinde bulunduğu koşulların resmedilmesi. Ben de yıllardır, yapmış olduğum haberlerle size hayatın içinden hikayeler sunmaya çalıştım. Bunu yaparken kendimi hep karşımdakinin yerine koydum.

Ancak bu kez hikâyenin hem kahramanı hem de yazarı benim. Ve itiraf etmeliyim ki insanın kendine dışarıdan bakması, bir başkasının yerine koymasından çok daha zor.

Hep başkalarının başına geldiğini sandığımız hikâyelerden bu. Ama ben bu hikâyenin, yaşam adı verilen o büyük romanın sadece küçük bir bölümü olarak kalmasını, hayatımı işgal etmemesini istiyorum. Sadece kendim için değil, diğer organ bekleyenler için de... İşte bu yüzden bu yazı dizisini kaleme alıyorum. Belki yaşadıklarımı anlatırsam organ bağışına bir katkıda bulunabilir, kalp, karaciğer yetmezliğinden ötürü ölenler ya da böbrek yetmezliğinden ötürü diyaliz tedavisi gören 40 bin kişi için bir şeyler yapabilirim.

Haberin Devamı