Kimseden seni neden sevdiğini unutturacak kadar uzak kalma

“Hiç kimseyi yalan söylediğini anlayacak kadar tanımak istemiyorum.” –Tezer Özlü

Haberin Devamı

Zaman, insanın önüne bin tane engel koyup, bin hendek açıyor. Mekan insanı yorup hayattan düşürüyor. Ve buna rağmen devam ediyoruz gülümsemeye. Yanımızda kalsın istediklerimiz hep gidiyor da pek gönül vermediklerimiz kalıyor büyük kararlılıkla.

Belki de hayatın böyle bir dengesi var. Neyi çok istiyorsan, onun yokluğuyla sınıyor seni. Kimi çok seviyorsan ona karşı geliştirdiğin o onulmaz gurur, aşılmaz kibir neyin emaresi? Neyi çok istersen o senin sınavın olur demiş birileri. Bu birilerinin de ilk kim olduğu muallak artık.

Herkes her sözü alıp altına kendi imzasını atıyor gönül rahatlığıyla. Herkes her şeyi alıp kendine ait sanıyor. Oysa uzakta olan hiçbir şey kalmıyor insana. Yanında kim varsa o senin oluyor.

Uzakta olmanın her şeyi nasıl değiştirdiğini öğrenmek için uzun bir ömür geçirmem gerekmedi.

Çocuktum. Dokuz yaşındaydım daha. Babamın işi yüzünden ilk şehir değiştirdiğimizde. Ama zaten hemen öncesinde, üç yaşımda da babaannem ve dedemden ayrı kalmayı öğrenmem gerekmişti.

Çünkü onlar şehir değiştirmişti. Gidip gelmelerin olağan olacağı yaşta değildim. Oldu. Sevdiğim insanları geride bırakıp sıfırdan yeni bir hayata başlamak için çok küçüktüm. Mecbur kaldım. Sonra on dört yaşında bir kez daha yer değiştirdi hayatım. Yetişkin olmadan uzakta kalmayı öğrendim.

Özlemek basit bir kelimeye dönüştü hayatımda. Hayatım boyunca hiç ait olmadığım bir yeri özledim.

Hiç sahip olmadığım birini özledim. Nereye gitsem, kimi koysam doldurmadı o özleme boşluğunu. O özleme hali o kadar iyi geldi ki bir süre sonra, neyi özlediğimi unuttum. Özlediğim insanların yerini kolayca değiştirebildim böylece. Biri gitti biri geldi. Her zaman özleyecek birini yarattım kendime.

İtinayla. Ve asla bağlarımı kopartmadım o özleme duygusuyla. Özlemek benim evim oldu.

Çocukluğumdan beri yakamı bırakmayan bir illeti başka türlü kabullenemezdim çünkü. Onu sevmek zorunda kaldım. Ona inanmak zorunda kaldım. Hayatımı sahte özlemelerle yaşamak zorunda kaldım.

Ben zorunda kaldım. Siz kalmayın. Bir şeyi ne kadar sevdiğinizi unutacak kadar ondan uzak kalmayın.

Çünkü insan utuyor neyi niye sevdiğini. Tuhaf bir oyunu bu beynin. Unutuyor. Özlemeyi bıraksın diye bünye. Unutuyor. En sevdiğini bile.

Çocukluğumdan beri kendimi dünyaya terk edilmiş hissediyorum. Biri beni yukarıdan öylece fırlatmış.

Fırlattığı yere varlığım alışamamış, aidiyet duyamamış gibi. Sanki ailem benim değil. Hayatım benim değil. Yaşadığım yer benim değil. İçinde yaşadığım beden benim değil. Öyle bir özleme hali içindeyim.

Öylesine arıyorum ait olduğum yeri. Tanıdığım insanlardan kendime ev yapıyorum. Kiraya zam zamanı gelince evden kaçıyorum.

Uzun uzadıya bağlılıklar korkutuyor gözümü. Sanki dünya uzun bir yol. Bense hanını üstünde taşıyan bir yolcuyum. Birilerini geride bıraktıkça var oluyorum. Birilerini özledikçe ben oluyorum. Birilerini neden sevdiğimi unutacak kadar uzak kaldıkça yeniden özleyecek birilerini bulabiliyorum.

Ve bazen bu yolda, bütün o kaçmalarıma, koşmalarıma, yer değiştirmelerime rağmen beni bırakmayan insanlara denk geliyorum. Onlar halimi görüyorlar. Onlar benim gibi hissediyorlar. Onlar da ait oldukları yeri, şeyi, insanları arıyorlar. Beraber yürüyoruz. Yıllar geçiyor ve kiminle yürüdüğünü anlıyor insan. Yanında en gelmeyecek sandıkların, yanından hiç ayrılmazken, elini hiç bırakmayacak sandıkların daha iki adım yürümeden bırakıp gidiyor seni. Sanırım bu da hayatın bize nanik yapma biçimi. Artık hayatla tartışmıyorum. Her şey hayal ettiğimiz gibi olmuyor. Hissettiğimiz gibi olmuyor.

Düşündüğümüz gibi olmuyor. Kabulleniyorum.

Sevdiği insanların terk edişleriyle öğreniyor insan hayatı. Reddedilişlerle büyüyor. Yüzüne çarpan kapılar sertleştiriyor seni. Alıştırıyor. Yeni bir kapı açmayı öğretiyor. Öldürmüyor bu sonsuz arayış insanı… Daha sert, daha sıkı, daha kavi yaşasın diye yol açıyor.

Üç yıl evvel yazdığım Bitli Pileyboy’un üçüncü bölümü şu pasajla başlıyor: “Bazı MERHABA’ların kendisi elvedadır. Duyarsın, görürsün, hissedersin. Ama yine de… Merhaba, dersin. Hoş geldin. Gideceğini, biteceğini bile bile. Hem zaten, sonlar iyidir başlangıçlardan.

Başlangıçları bilirsin. Bilmediğin, bu hikayede şair benim, şiir sensin. Birazdan kafamdan uyduracağım seni. Ve sen, yeniden ete-kemiğe bürüneceksin. Kendin gibi gelecek, bendeki halinle gideceksin.” Ve ben, bu satırları yazdıktan üç yıl sonra, üç yaş almış yeni ben… Hala aynı satırlarda yaşıyorum hayatımı. Belki de elvedaları seviyorum ben. Merhabaların hepsi klişe çünkü. Tesadüfler yalan. Kader diye bir şey varsa eğer, tanışmak da yalan. Tanışığız zaten birbirimizle. Aramızda altı insan, iki mekan.

Ve ölümün olduğu yerde, bütün kaderler de… Yalan.

Ben bütün hayatımı özlemeye oynayarak geçirdim. En iyi bildiğim şeyi yaparak harcadım günlerimi.

Çünkü ben en iyi yaptığım şeyi yapmaya programlanarak bu dünyaya gönderilmişim. Bu yüzden, marifetimi sergilemek için belki… Bazen yanımdaki insanları bile özledim. Eskiden oldukları kişiyi.

Çocukluğumu özledim. En nefret ettiğim anılarımı bile özlediğim günler oldu mesela… Nedeni belirsiz bir şekilde. Kendimi en sevdiklerimden en uzağa atmayı bir cesaret gösterisi bildim. Bağları koparıp atmayı bir yiğitlik saydım. Tek başıma var olmayı gövde gösterisi.

Siz öyle yapmayın. Birini seviyorsanız, asla ondan sizi neden sevdiğini unutturacak kadar uzak kalmayın.

Zamanımız gurur yapmak, oyun oynamak, tuzak kurmak için çok az. Kendi kazdığınız özlem çukurunun bataklık olup sizi yutmasına imkan tanımayın.

Mutlu haftalar…

DİĞER YENİ YAZILAR