Gazete Vatan Logo

Ak ekmeğin kara yazgısı!

‘Üzülme, haber geldi babam cennetteymiş’

Ak ekmeğin kara yazgısı!

VATAN yazarı Nermin Bezmen’in Zonguldak izlenimleri sürüyor...

Babası Muharrem Yapıcı’yı maden kazasında yitiren küçük Eren, ağıtlar yakan babaannesini telefonda hayali bir konuşma yaparak teselli ediyor: “Üzülme, haber geldi. Babam cennetteymiş...”

Yine kömür sobasının ısıttığı minicik bir odada, yine bir başka maden şehidinin, Muharrem Yapıcı’nın dul karısıyla yan yana oturuyorum. Oda kalabalık. Muharrem’in yaşlı annesi ve üç kız kardeşi de bizimle. Ama önce yine o ağır ölüm sessizliği içinde geçiyor bir zaman dilimi. Sonra, bir dokunuş, bir sarılma ve hikâyemiz çözülüyor.

Otuz iki yaşındaymış Muharrem. Dürdane yirmi dokuz. On senelik evlilermiş. Altı yaşında bir oğulcukları var; Eren. İmam Hatip Ortaokulu’ndan sonra bir müddet markette çalışmış Muharrem, sonra yettirememiş kazancını ve madene işçi girmiş altı sene evvel. Dinlerken gözü kör olsun şu ‘yettirememenin’ diyorum. Ona, buna “yetmiyor” diyenler, gelip gerçek yetmezliği görsünler... Ölümüne çalışıp da yetmezliğin ne olduğunu anlasınlar...

Kız kardeşlerden biri, Naziker, acı haberle Almanya’da kendi yaşam kavgasını unutmuş, atlayıp gelmiş. Diğer bir kızkardeş Pınar, çocuğunun ‘Canavan’ sendromuyla hayatı kararmış olsa da, kendi dertlerini derdest edip ağabeyinin evine koşmuş. Diğer kardeş Özlem de onlarla. “Ben, aşkım derdim ona. O aşkımdı benim... Hiçbir gün sesi yükselmezdi. Ne vakit kalırsa madenden geriye, bizlere ayırırdı” diyor Dürdane, “Hele oğlumuz için, ne yapar, ne eder zaman yaratırdı. Bir gün varsa tatil yapabileceği, onu tutar elinden dolaştırır, sürekli konuşurdu onunla. Balım derdi oğluna...”

‘Ekmekle, tuzla, unla nohutla ev döner mi?’

“Görüyorum balımı, büyüdüğünü... Onun bu yokluktan çıkışını görüyorum. O okuyacak, adam olacak” dermiş Muharrem. Son zamanlarda bel ağrıları dayanılmazmış ama ne kendi hastalığı, ne yorgunluk vız gelirmiş. Onu maden yolunda en zorlayan şey, oğlunun hastalığı, sevdiklerinin bir zorluğu olurmuş. Star firmasının şöhreti malum iken onun neden bu ocakta çalışmaya girdiğini merak ediyorum. “Burada parasını para diye alıyordu en azından” diyor karısı. Çünkü bazı taşeron firmalar, işçisinin ücretini, kendi belirledikleri marketlerden alışveriş etmek üzere kupon olarak veriyorlarmış. “Ekmekle, tuzla, unla, nohutla ev döner mi?” diye soruyor Dürdane, “Bunun suyu var, elektriği var, ısınması var, çocuğun okulu var, ayakkabısı var. Sırf şu iki odanın kirası 270 lira.”

Bu evde de aynı soruyu tekrarlıyor ve Star Madencilik’ten hiç kimsenin aileye ulaşmadığını, bir kez daha öğreniyorum. Birkaç gün sonra Muharrem’in kardeşleri buradan ayrılacak, kendi hayat kavgalarına dönecekler. “Sen ne yapacaksın?” diye soruyorum Dürdane’ye. Kayınvalidesi oturduğu yerden atılıyor: “O benimle. Ben bırakmam onu. Artık o, ben ve torun beraberiz.” Yani sefaleti üç kuşak bir arada çekecekler.

‘Eren babaannesini telefonla teselli etti’

Peki, küçük Eren nasıl yaşıyor bu acıyı? Ne anlattılar kendisine? Acı bir gülümseme yayılıyor Dürdane’nin dudaklarına. “Öyle kabullendi... Anladı artık dönmeyeceğini... O bizi teselli etmeye çalışıyor bir de...” Geçen gün babaannesini, “Oğlum, neredesin oğlum?” diye ağıt yakarken duyan Eren, telefona gitmiş, “Muharrem Yapıcı ocaktan çıktı mı, yoksa çıkacak mı?” diye sağır telefona sormuş. Sonra hayâli bir cevaba karşılık vermiş: “Tamam, annesine haber vereceğim.” Ardından, telefonu kapatıp babaannesine yaklaşmış ve şöyle demiş: “Üzülme, haber geldi. Babam cennetteymiş.”

Kazadan, emekçilerimizin tabiriyle cinayetten sonra, pazartesi saat 17:00’de ilk ulaşılan Muharrem’in bedeni olmuş. “Ama kuyu dibinde beklettiler bir müddet” diyor ailesi. “Yukarısı kıyamet günüydü; ağlayanlar, bağıranlar... Göze alamadılar hemen ceset çıkarmayı...”

‘Canından 4 cenazeye hangi yürek dayanır?’

Tekrar sessizlik... Vedalaşma zamanı... Muharrem, balının, Eren’inin büyüdüğünü, okuduğunu, doktor olduğunu göremedi ama ben ayrılırken sarıldım Eren’e ve ondan okuyup doktor olacağına dair söz aldım. Az önce, yazımı noktalamadan annesine telefon edip sordum, karnesi nasıl diye? Hepsi pekiyiymiş notlarının. Telefonda kucakladım babasının balını... Onun masum, cennetten haber veren yüzü gözümün önünde...

Kozlu Madeni’nde şehit verdiğimiz sekiz emekçimizden biri, Yüksel Koca’nın ailesini ziyaretteyiz. Bu evde yangının boyutu çok farklı. Acı içinde acı var bu evde. Girişteki küçük odada sobanın eteklerinde bağdaş kurmuş oturan doksan yaşındaki büyük annenin bitkinliğinin, yaşından değil, yüreğindeki acıdan olduğunu anlamamak mümkün değil. Otuz sene evvel oğlunu kaybetmiş, şimdi ondan olan torunu Yüksel’i. İki kızından olan diğer iki torunu ve bir damadı da, 7 Ocak’ta Kozlu ocağında yerin altında kalmışlar. Nasıl dayanır yürek buna?

Yan odada oturduğumuzda Yüksel Koca’nın dul eşi, çok az kalabiliyor bizimle, ayrılıyor gözyaşlarıyla. Yaşadıklarını ne tekrar konuşacak, ne dinleyecek mecali kalmamış belli ki. Çocukları, on dokuz yaşındaki Gizem ve on üç yaşındaki Burakcan sessizce katılıyorlar aramıza. Şehidin annesi Hayriye Koca, yıllardır içinde birikeni bir nefeste paylaşmak ihtiyacında gibi, anlatmaya başlıyor: “Otuz sene önce de Kozlu’da kocamı verdik madene. O zaman on iki yaşındaydı Yüksel.”

Yüksel’in ardından, altı, dört ve iki yaşındaki dört çocukla dul kalmış Hayriye. Üstüne üstlük, kocasını toprağa verdikten sonra öğreniyor ki, hamileymiş. “Onu da doğurdum” diyor, “Ama buralarda olamadık, köyde büyüttüm çocukları.” Birden tok sesi, genzinde düğümleniyor, titremeye başlıyor. “Toprak elledim, toprak eledim, o toprağın mahsulü ile büyüttüm evlatları...” Otuz sene evvel, kocasının ölümünün ardından üç ayda bir yetmiş lira bağlanmış. Ben yalnız bir kadının toprak elleyerek beş çocuğu nasıl büyüttüğünü düşünüyorum. O, “Artık dayanamıyorum” diyor hıçkırıklarla, “Sobanın ateşi içimde inan canım...”

‘Bu acı bitmez, artık inmesinler madene...’

Yüksel Koca, babasının akıbetini yaşamamak için hiç istememiş madene gelmeyi ama kendi çocukları büyüyünce, eğitim şansları artsın diye Çırgan köyünden dönmüşler tekrar şehre. Beş senedir de Star’da çalışıyormuş.

Yüksel’in kardeşi Hüseyin de sekiz senelik maden işçisi. Patlamanın olduğu gün 18:00 vardiyasını almak için dışarıda bekliyormuş. İsyanla, “Bu acı bitmez!” diyor, “Düzenin değişmesi lâzım.”

Annesi atılıyor: “Bu acı dayanılmaz artık. Ekmek parası diye çekilmez bu... İnmesinler madene! Hep beraber aç duralım, yeter ki hep beraber toprağın üzerinde duralım.”

Hüseyin, madencinin dertlerini anlatmaya devam ediyor:

“Ölümüne, metre hesabı yer altında çalışıyoruz. Maaş ortalama dokuz yüz-bin lira. Onu da düzenli ödemiyorlar. Şu evin kirası zaten iki yüz elli lira. Yaşadıklarımız kaza falan değil, cinayet! Teknoloji sıfır, malzeme sıfır! Madende tehlikeli yer fay hattı gibidir. Daha önce diğer katlarda şehit verilmiş, biliniyor. Bundan sonra bir yüz metre insinler, böyle giderse yine aynı şey olacak...”

Hiç mi şikâyet etmiyor işçiler? Muhatap olacakları kim var? “Etmez olur muyuz? Biz şikâyetlerimizi amirlerimize bildiriyoruz, onlar da patronlara iletiyor. Ama o kadar, geriye cevap falan gelmiyor.”

Üniversitedeki Gizem, ortaokuldaki Burakcan, acılarıyla dondurulmuş gibiler. Konuşamıyorlar. Sadece soruma, “Madenle ilgili hiçbir iş istemiyoruz” diyorlar.

Yüksel Koca’nın evinden ayrılırken, yüreği dört sevdiğinin acısıyla paramparça, doksan yaşındaki nineyi kucakladığımda, sabır dilemenin anlamsızlığını biliyorum. Yumuşacık ama acısı derin mi derin bir sesle; “Dualar gönderip duruyorum yavrum. Elimden bu kadarı geliyor” diye mırıldanıyor. Esas görevi olanlar ellerinden geleni yapmayınca, madenci ailelerinin elinden ancak bu kadarı gelebiliyor. Hayriye Koca’yı ise bambaşka bir gözle görüyorum ayrılırken. Bu mağrur Amazon kadınının acıya inat hayat mücadelesi karşısında derin bir hayranlık duyuyorum.

Çıkarken inatla aynı soruyu soruyorum: Star’dan arayan, soran?

Ne gezer?

Bir maden işçisinin anatomisi

Maden işçisi öncelikle Zonguldak, Bartın veya Karabük’ün Yenice’sine kayıtlı olmalıdır. Yokluğa, yoksunluğa doğar. Büyük bir ihtimalle yine bir madencinin çocuğudur ve bir ihtimal babasını ya da bir başka çok yakınını madende kaybetmiştir. Gençliğini, harçlık çıkarırken madenle beraber tanır. Askerlik dönüşü, ya bir emekli ya şehit olan işçinin yerine talip, madene girer. Ocaklarda ölümün yaşamdan daha yüksek ihtimâl olduğunu kabullenmiştir. Aynı kabulü gösteren bir eşle evlenir. Büyük umutlar beslemez, gelirini açlık sınırının üzerine çıkarabilmek kavgasındadır. Her vardiya öncesi helâlleşir, yedi buçuk saat yerin altına iner. Dört bin helâlleşmeden geri dönebilmişse emekli olur. Madende ölüm yakalamamışsa o sürede, pnömokonyoz, kronik bronşit, anfizem, akciğer kanserinin birinden biri bedeninde hatıra kalmıştır. Ömrü kısadır maden işçisinin, hayâlleri kısıtlıdır. Ama buna mukabil kocaman bir yüreği vardır. Sevgisi kocamandır. Eşini, çocuğunu sever, toprağını, madenini sever. Kavgacı değildir. Ama haksızlığa teslimiyetçi değildir. Yaşamı ne kadar kırılgansa, hak için direniş gücü o kadar kuvvetlidir.


Hem kocasını hem de oğlunu aynı madendeki kazalarda yitirdi

Yüksel Koca’nın annesi Hayriye Koca (fotoğrafın önünde oturan) otuz sene önce kocasını da aynı madende kaybetmiş. Şimdi oğluyla beraber, iki görümcesinin oğullarını ve birinin kocasını da Kozlu faciasında şehit vermişler. Yüksel Koca’nın dul eşi ise (solda) kayınvalidesini üzüntüyle dinliyor.



Bezmen’in solunda Muharrem Yapıcı’nın dul eşi Dürdane ve onun yanında ise sırayla Muharrem’in kız kardeşleri Naziker, Özlem ve Pınar oturuyor.

YARIN : - Ciğerinde pnömokonyoz, bir hak arayıcısı - Maden şehidinin oğlu maden işçisi sendika başkanı - Gönlünü madene vermiş bir mühendis

Haberin Devamı