Gazete Vatan Logo

‘Milliyetçilik böyle olur!’

Bilim Olimpiyatları’nda Türkiye’ye itibar kazandıran gençleri hazırlayan TÜBİTAK ve ünlü İktisat Tasarımcısı Prof. Dr. Semih Koray, “Türkiye genç bilim insanlarında Japonya’yla başa baş” diyor

* Hocam, sizce bize neler oluyor?
Aslında sadece bize değil, olanlar tüm dünyaya oluyor. Bugün insanlığın geleceği iki kuvvetin mücadelesine bağlı: Ya küresel tek pazar olacak dünya... Ya da buna direnenler galip gelecek. Yoksa bence sorun tek tek milletlerin ya da gençliğin sorunu değil. Bence mesele evrensel.

* Yani “Ne olacak bu milletin hali” derdimizin asıl sebebi küreselleşme mi diyorsunuz?
En kestirme açıdan yanıtlarsam, eğer herkesi, “yapılacak bir işin sadece kendisine yönelik, doğrudan ve hemen getirisine bağlı hareket eder” hale getirirseniz, o zaman tüm toplumsal gücünüzü de ortadan kaldırmış olursunuz. Çünkü serbest piyasa ekonomisine göre her birey, yararın sadece kendisine ne düştüğüyle ilgili olmalıdır. Piyasa ekonomisi kamuyu içselleştiremez; içselleştirse zaten piyasa ekonomisi olamaz. Bu yüzden de insanlığın 1980 öncesiyle sonrası arasında gençlikte de, toplumda da çok büyük farklılıklar yaşanıyor.

* O sınırdaki kırılma ne; niye 1980 öncesi ve sonrası?
Çünkü aslında insanın toplumsal özü böyle değildir. İnsandaki toplumsal öz, mutluluğu sadece bana ne düştüğüne değil de, başka insanlara da ne düştüğüne bağlı olarak algılar. Ama o zaman da piyasa çuvallar. Teorem aynen bunu söylüyor ve matematik de kanıtlıyor. O yüzden 1980’lerde “Mademki toplumun kamu malları, kamu değerleri var ve bu teorem aslında dünyaya uymuyor; o zaman dünyayı bu teoreme uyduralım” denildi. Dünya 1980’den beri küreselleşmeye uygun hale getirilmeye çalışıyor ve bunun tahribatını yaşıyor.

* Bizim birbirimizden endişe eden insanlar topluluğu haline gelmemizin sebebi de bu tahribat mı?
Aynen öyle, biz bu tahribat sürecini şiddetli yaşıyoruz. Çünkü bu teoremin hayata geçebilmesi için üç tane unsur var: Birincisi, ulusal pazarların ortadan kalkması, ölçeğin dünya pazarı olması... Bunun için de ortada 22 ülkenin sınırının değiştirileceğinin açıkça ilan edildiği bir BOP var. İkincisi, 80’lerden sonra bakıyorsunuz, bir özelleştirme furyası var. Çünkü ortada kamu malı bırakmamak, bunları mümkün olduğu kadar özel mala dönüştürmek gerekiyor. Üçüncüsü de bir modern insan tipinin yaratılması gerekiyor. Doğrusu ben dehşet içinde hepimizin şu tipi algılayacağını düşünüyorum: Dünyanın geri kalanı yıkıldığı zaman bile bu yıkımın sadece İMKB’deki kâğıtları üzerinde etkisinin ne olacağını düşünen bir insan tipi. Düşünsenize, bu modern insan tipi interneti bile en çok finans piyasalarını takipte kullanıyor.

* Belki de bu en iyi hali; ya bir de takip edecek parası yoksa, işi yoksa?
Zaten ben size bir öngörüde bulunayım; bu sistem 30-40 yıl daha böyle devam ederse, işsizlik şu boyuta varacak: Hani bilim kurgu filmlerinde fanuslar içinde korunan kentler var, bir de onun dışında tamamen fuzuli hale gelmiş, sürüler halinde yaşayan insanlar... İşte 30-40 yıl sonra geleceğimiz nokta o olacak. Ve fanusun dışında kimin kalacağı da hiç belli değil.

* Peki nasıl oluyor da bir teorem insanı bu kadar başkalaştırıyor?
Çünkü insanın özünü belirleyen iki önemli özellik vardır; birincisi tasarım. Piyasa ise tasarımı sevmez, o tamamen “kendiliğinden” in kutsanmasıdır. İnsanın ikinci temel özelliği de özünde toplumsallığın olmasıdır. Aslında kapitalizm de başlangıçta insanlarda üretici özü serbest bırakan bir etki yapmıştı. Ama şimdi küreselleşme teoremi bireyi tamamen kendi dar hapishanesine sokuyor. Şu anda komşuluk ilişkisi bile bu teoreme zararlı. Çünkü bu teoreme göre asla dayanışma, asla milletlerin kader birliği ülküsü olmayacak. Alışverişin dışında insan-insan ilişkisi istenmiyor. Bu yüzden her iki gelişme de insanı, insani özünden yoksun bırakıp, hayvanların kendiliğinden varoluşuna benzer bir düzeye indirgiyor. Böyle bir indirgenme ise tüm insanlık üzerinde, ama daha çok da gençlik üzerinde yıkıcı bir tahribat yapıyor.

* Yani aslında “Günaydın” denmeyen sabahlarla “Beyaz bereli” çocukların aynı zamana denk gelmesi sadece bir tesadüf değil?
Hiç tesadüf değil, tam tersine doğrudan ilintili. Çünkü ikisi de aynı teoremin ürünü. Küreselleşme parçalanmış, millet olma duygusu kalmamış toplumları sever ve hiçbir olay da Hrant Dink cinayeti kadar Türk toplumunu parçalara ayırmamıştır. Küreselleşme, insanlara kurduğu bireysel hapishanelerinde “her koyun kendi bacağından asılır” dedirtir hale getirmektir. İnsanların ortak bir kadere sahip olup, o ortak kaderi birlikte oluşturmak için uğraşmalarının ortadan kalkmasıdır. Devlet aygıtının ise sadece alış verişe nezaret eder bir hale getirilmesidir.

* Acaba Türkiye’yi hâlâ sırtlayıp götürenlerin, kalpleri daha iyi olanların 20’li, 30’lu, 40’lı ve belki 50’li yıllarda doğmuş kuşaklardan çıkmasının sebebi de bu mudur?
Öyleler, çünkü onlar birer yurttaş olabildiler ve hâlâ da bütün insanlığın ortak bir kadere sahip olduğunu görebiliyorlar. İyi kalpli insanları yaratan toplumsal temel de budur zaten. Ama zamanım benim, malım benim, geleceğim sadece benim, hayatım benim özel mülküm diyorsam, o zaman ben ancak bir getiri söz konusuysa, tırnak içinde, iyi kalpli olabilirim. İşte toplumsal yapıyı da esas bu zehirler. Gördüğümüz tüm yanlışların en tepesindeki asıl sebep budur.

* Peki Avrupa’da durum nasıl; küreselleşmenin etkisi sizce oralarda da aynı mı?
Doğrusu, orada da ciddi tahribatlar var. Goethe’yi, Scheler’i, Brecht’i bırakmışlar artık. Ki bu da çok normal, çünkü eğer siz hayatınızı doğrudan Newyork kısa vadeli getirilerine bağlarsanız, uzun vadeli olan merak da gider, sanat da gider, bilim de gider, ülke de gider, bütün değerlerin hepsi gider. Bugün bilim de tıpkı insanın özü gibi tamamen toplumun ve hayatın kıyısına itilmiş, dar uzmanlık alanlarına hapsedilmiş bir vaziyette. Şu anda sipariş üzerine üretim yapan, müşterisi olmayan konularda hiçbir şey üretmeyen teknik bir alan... Çünkü artık bilim adamlarına bilim yap demiyorlar, hemen kullanılacak bir şey üret diyorlar.

* Bundan 8-9 yıl önce ünlü iktisat profesörü Arslan Başer Kafaoğlu söylemişti; dünya yeniden Ortaçağı’nı yaşıyor demişti...
Hem de nasıl bir Ortaçağ... Bizim gerçekten yeniden bir Aydınlanma dönemine ihtiyacımız var. Üretilen filmlere bakın, orada bile görüyorsunuz... Meleklerin, sırların, doğa üstü güçlerin bu kadar cirit attığı hiçbir dönem olmamıştır. Astroloji hiç bu kadar kabul görmemiştir.

* Evrim teorisine karşı başlatılan kampanyalar da bu döneme rastlıyor değil mi?
Tabii, çünkü “Akıllı tasarım” bu işi tasarlayanların önemli halkalarından biri. Evrim çok ciddi bir darbeydi onlara... Uzlaşılabilecek bir şey değildi. Ama şimdi o kazanılan noktadan bile geriye dönüş yaşanıyor.

* Tabii bir yandan da nanoteknoloji üretiliyor, insan kopyalanıyor, robotlar yapılıyor?
Ama bunların hepsi teknolojik nitelikte ilerlemeler. Bunların temel bilim bilgileri ta İkinci Dünya Savaşı’ndan önceye ait. 20’inci yüzyılın başlarından itibaren üretilen hiçbir teori yok. Teori gözden düşmüş vaziyette. Şu anda tam anlamıyla bir Roma dönemi yaşıyoruz. Roma dönemi de teorinin hor görüldüğü, sadece askeri teknoloji ve hukukun geliştiği bir dönemdi. Sezar zamanında 83 gün olan resmi seyir günü o dönemde 183’e çıkarılmıştı. Çünkü amaç insanlığı tamamen edilgen bir konuma indirgemekti. Şimdi de aynı Roma dönemindeki gibi bütün boş zamanımız zapt edilmiş vaziyette. Ama tabii çok daha inceletmiş ve geliştirilmiş zevklerle...

* Ee peki nasıl çıkacağız biz buradan?
Bu kez insanlığı Batı’nın kurtarması zor görünüyor. Çünkü Avrupa zirveyi çoktan aşıp, inişe geçmiş vaziyette. Tarihte bütün uygarlıklar zirveye çıktıktan sonra, durur ve merkezileşir. Avrupa da şimdi “Benim insanlık için yapabilecek başka bir şeyim yok” diyor zaten. Çünkü kuracak bir geleceği yok. Ama Türkiye’nin var. Türkiye’yi hala diri ve ayakta tutan da bu. Hatta Türkiye’de kurulacak gelecek bütün insanlığın geleceğini dahi etkileyecek bir şey. Ben bunu söylediğimde reddeden bir Avrupalıya hiç rastlamadım. Türkiye hem pek çok geri kalmışlığı, ama hem de pek çok konuda ciddi birikimi olan bir ülke. Burada her şeyin en iyisiyle en kötüsü bir arada yaşıyor.

* Öyleyse iyiler nasıl galip gelecek; onun bir formülü var mı?
Türkiye’nin yakın geçmişinde çok kuvvetli bir Cumhuriyet devrimi var. Bence o devrimin tekrarlanması şeklinde değil, ama bugünün koşullarında, sistem dışına çıkarak, o devrimin devamıyla galip gelmek mümkün. İyiler azınlıkta olsa bile bu mümkün. Zaten hiçbir ilerlemeyi çoğunluklar yapmamıştır. İnsanlığın geleceğini çoğunluğun onayını alan, ama hep azınlıkta kalan insanlar kurmuştur. Bunu yine yapabiliriz.

***

“Hepimiz genciz ve başarılıyız”
TÜBİTAK’ın düzenlediği Uluslararası Bilim Olimpiyatları Kış Kampı 02-17 Şubat tarihleri arasında Antalya’da gerçekleştirildi” desek, hiç elinize alıp da fotoğraftaki şu çocuklara bakar mısınız? Bakmazsınız... Bakmayız...

Peki bu çocukların çoğu Ogün Samast’ın yaşında desek... Acaba şimdi bir şeyler düşündürür ya da tahrik eder mi bu çocuklara bakmanız için... Bu çocukların adı Mehmet, Ömer, Yusuf, Barış, Denizhan vs vs... Ama aslında hepsi birer “Sıyrılıp gelen”... Çünkü onlar yüksek gerilim hatlarıyla örülü bu coğrafyanın ortasında sessiz sessiz biyolojik deneyler yapmaktan zevk alıyorlar... Kimya formüllerini seviyorlar... Fizik kanunlarına bayılıyorlar ve matematik problemleriyle oyun oynuyorlar... Galiba onlar çıkacak başka bir tepe bulmuş, oradan hepimize, “Hepimiz zekiyiz”, “Hepimiz başarılıyız” diye sesleniyorlar... “Ama inek değiliz...” diye de kaş kaldırarak... “Biz de internete takılıyoruz, biz de kupa maçlarını kaçırmıyoruz, biz de basket oynamaktan eve zor giriyoruz” diyorlar... Ve hatta diyorlar ki, “Hiçbirimiz fabrikatör çocuğu değiliz... Biz de imkânlar içinde yüzmüyoruz... Üstelik bizim de kötü alışkanlığı olan arkadaşlarımız var. Ya da her neyse o kötü alışkanlıklar, belki bizler de denemişizdir... Ama sadece deneriz... Çünkü biz sağlamız. Biz hayattan ne istediğimizi biliyoruz... Biz kim olduğumuzu biliyoruz... Bizim şimdi tek problemimiz var; o da acaba parası çok olmayan, ama sevdiği işi yapan bir bilimadamı mı olalım; yoksa para kazanılan, ama zevkli gelmeyen bir mesleği mi tercih edelim...” diyorlar.... Evet, bu sözlerin tamamı onlara ait... Onlar 12 bin öğrenci arasından seçildiler. Sınavlar, testler, kamplar derken elene elene beş ayrı dalda, altışar kişiye kadar inecekler. Temmuz ayı geldiğinde ise dünyanın dört bir tarafına dağılıp, yaklaşık 90 ülkeyle yarışacaklar. Prof. Koray, 23 yıldır bilime meraklı bu gençleri matematik olimpiyatlarına hazırlıyor. Yani çeyrek asırdır Türkiye’nin bir tür “ham madde kapasitesi” ne tanıklık eden Koray, bakın ne kadar önemli bir şey söylüyor:

“Bu olimpiyatlarda öğrencilere en az bilgiyle çözülebilecek, en zor problemler yöneltilir. Dolayısıyla bunların çözümü hem ciddi bir yeteneğin, hem de çok disiplinli bir çalışmanın ürünüdür. Türkiye bu konuda hep ilk 10’u takip eden, son derece saygın bir konuma sahip. Ama her nedense bugüne kadar kimse bu çocukları fark etmedi. Oysa hepimizin övünmesi gereken, son derece büyük bir başarı var ortada. Bizim gençlerimiz Batı ülkelerinden bile önde. ABD hariç bütün NATO ülkelerini geçiyoruz. Başa baş olduğumuz ülke Japonya.”

***

DÜNYA İKİNCİ ORTAÇAĞINI YAŞIYOR
Giderek daha fazla kaygıyla sorduğumuz “Ne olacak bu memleketin hali” sorusuna TÜBİTAK ve ünlü İktisat Tasarımcısı Prof. Dr. Semih Koray’ın yanıtı: “Sorun evrensel. Dünya şu anda ikinci bir Ortaçağ karanlığından geçiyor ve yeniden aydınlanmaya ihtiyaç var. Bunu Türkiye başarabilir.”

***

3N+1K

* KİM: Prof. Dr. Semih Koray, 1950-İstanbul doğumlu. İstanbul Erkek Lisesi’nin ardından Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü’nü bitirdi. Matematiğin ’güzel aklı’ Prof. John Nash’den anımsayacağımız, “Oyunlar Kuramı-İktisadi ve Toplumsal Tasarım” alanına yöneldi. Bu başlık altında pek çok makalesi yayınlanan Koray, uluslararası bilimsel dergilerde editörlük yapıyor. Koray, İktisadi Tasarım Vakfı ile Bilim ve Ütopya Kooperatifi Başkanı. Ünlü “Şafak davası” yüzünden 1972-74 yıllarını Mamak’ta geçirdi. 1980-88 arasında pasaportsuz bırakıldı. 1981-92 döneminde ODTÜ-Matematik’te görev yaptı. Halen Bilkent-İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi olan Koray, Türkiye’de 1984’te başlayan bilim olimpiyatlarının da fikir babası.

* NEDEN: 1-Aslında Antalya’ya sadece sayfanın ortasındaki şu fotoğraf için gittik. Bu ülkenin pırıl pırıl gençlerinden ve akıldan başka tutunacak dalı olmadığını hatırlayalım diye... 2- Sadece daha fazla yorgunluk karşılığında yıllardır bu gençleri yetiştiren bilim insanlarımıza ve TÜBİTAK’a bravo! Onlar bu ülkenin gizli kahramanları... 3- Milliyetçilik gariban çocukları kullanmakla olmaz, bu çocukları yetiştirerek olur. 4- Ocak’ın 19’undan bu yana “Kaybettik” diyen ve şimdi hep o şarkıyı mırıldanan “Son Sardunyalar” ; Semih Hoca sizinle aynı derdi, ama başka bir “akıl”la paylaşıyor. Tartışması bile iyi gelebilir...

* NE ZAMAN: 14 Şubat, Çarşamba günü.

* NEREDE: Kampın yapıldığı Antalya’daki bir otel.

Haberin Devamı